GAZETE MAKALELERİ
Onu tanıdığımda daha otuzlu yaşlara yeni adım atmıştım. Hani her şeyi yapabileceğinizi, hani dağları devirebileceğinizi hissettiğiniz yıllar var ya,
o senelerin içinde çıktı karşıma…
Beklemediğim, hiç ihtimal vermediğim bir karşılaşmaydı bu…
Uzun zamandır suyu bekleyen toprağın ona kavuşma anı gibi,
geciken trenin, uzaktan gelen sesini duyduğun an gibi…
Terden sırılsıklam olduğum, boğazımın kuruduğu, sesimin çıkmadığı, kalp atışlarımı çok rahat duyduğum ,hücrelerime kadar titrediğim o anı, dün gibi hatırlıyorum…
Küçücük kaldım karşısında.
Ben çocuk gibi, şefkatine muhtaç bir şekilde ona bakmaya çalışırken,
nur kaplı eli deydi sanki saçlarıma ,
sevecen, var ile yok arası bir okşayış ki,
beni sakinleştirmenin ötesinde,
ait olduğum dünyanın dışına götürüverdi…
Zayıf biri değilim aslında, neden kendimi böyle hissettim bilemiyorum…
Eğilmez sandığım başımı ayaklarının altına serebilecek kadar mazlumlaştım…
Sert ötesi bir tavır sergileyen duygularımla şekillenen bakışlarım,o olmazsa, nefes bile alamaz hale büründü.
Ellerim, değil dokunmak,eteğine yapışmak ve bırakmamak üzere kurgulanmıştı sanki , çocuk gibi…
Konuşsun istiyordum bakmaktan imtina ederek yüzüne, konuşsun…
Bana söyleyecek birkaç lafına öğle ihtiyacım vardı ki?
Ey yüzünü tariflemekten aciz, şeklini anlatamayacağım kadar güzel ,
Sevgili…
Beni içinde eriten aşkına muhtaç kılan, beni kalıpların dışında şekillendiren öğreti,
ben benden öte, seninle anılmayı isteyen bir aciz,
rüyamda bile göremediğim, hayallerimin mahsulü, gerçekte beraber olamayacağımı bildiğim bir sevda masalının kahramanı…
Beni benden al diyemeyecek kadar bana uzak kalan,
Veli,
Geceleri,
senin kadar büyük olmasa da etkileyici kılan, ay ışığında yere yansıyan, sandukanın gölgesi…
O küçücük türbeden yayılan nurun gücü, uyuyan şehri sararken huzur kaplıyor bedenimi…
Ve ruhumu teslim ettiğim sevgiye sarılarak, iniyorum merdivenlerden ,
adım adım
Dünyaya, Üsküdar’a doğru….
Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerinden ayrılırken,
hayallerden gerçeğe değil gerçeklerden hayallere doğru,
gidiyorum…
Değer yargılarımızın,toplumsal birlikteliğimizin ve her zaman varolduğunu söylediğimiz inançlarımızın ve ahlakımızın hızlı bir şekilde erozyona uğraması hep dert yandığımız ülkemizin en büyük problemi olarak görülse de aslında bu durum hepimizin yavaş veya hızlı kabul etmekte olduğumuz bir toplumsal dönüşüm süreci değil mi?
Sorun küçük iken yatsıdığımız önemsemediğimiz bu duruma dünya değerlerinin sıcak yüzünün sevimliliği ile hoşgörüyle bakan, sorun büyüyünce kişisel çıkarlarımızın uğruna sözlerimizle düşüncelerimizin çatıştığı ortamda neden bende yok anlayışıyla yola devam eden bizler değimliyiz?
Atalarımızdan övgüyle sözedip, onların aile düzenlerine imrenirken ki, bu düzenin bir parçası olarak yetiştiğimizi unutmamız acaba neyin göstergesi?
Paylaşılan acıların etkisinin anlık olduğu bu yüzyılda, dostlukların uzun olmasını beklemek yada dostlukların kişisel çıkarlardan arındırılarak kurulmasını beklemek acaba çok mu saflık oluyor?
Kurulan düzenin yalan üzerine inşa edildiğini ömrünün yarısında öğrenmek insanda nasıl bir etki bırakır?
Allah rızasının her şeyin önünde olduğunu kabul ettiğini düşündüğünüz “dostların” aslında sistemin iyi bir parçası olduğunu öğrenmek inanç sisteminize nasıl bir zarar verir?
Yok oluşun aslında herkesin kendi dinini oluşturma çabasının ürünü olduğunu görmek…
Aynı gemide olduğumuzu haykırmanın hiçbir şey ifade etmediğini, insanların kurtarma filikası paylaşma telaşı içinde olmasının ıstırabını ölçebilir misiniz?
Çoğunluğun umursamaz bakışlarını görmek, akşam saatine de kalsak yola çıkma vakti olsa gerek …
“Derdini sahiplen” diyen bir büyüğümün kastettiği kişisel dertlerimiydi acaba?
Yaşadığımız kentten içinde yaşayan bizlere doğru gelişen yabancılaşma olgusu..
Bir derdim var dostlar yalnızca bir tane.
Herkes birbirine neden düşman…
Yıllar önce Uzunçarşının koruma planı çalışmalarına başladığımda ilk durağım Orhan Camiydi. Tarihini bilmiyorumdum öncesinde zaten amacında önce koklamaktı cami ve çevresini. İsmiyle anılan şahsın bıraktığı izlerdi aradığım aslında.
Avlusuna girdiğimde küçük bir şaşkınlık yaşadım önce, hayal ettiğim klasik Osmanlı camilerinin taş ve kubbesiydi belki de beklediğim, ondan çok daha farklı 20. yüzyıl yapısı duruyordu karşımda. Hayal kırıklığı ile diğer kapıdan çıkıp çarşıya girdim.
Bu bölgede de ön izlenimim; çarşı, tarihten gelen çizgi dışında, günümüzden bir parça halinde akan ticari alan gibi görünüyordu bana.
Neredeydi tarih yada tarihin izleri?
Ağa Camii aksına yöneldiğimde, Orta Caminin değişik mimari alt kütlesi beni kendine çekmeye yetmişti. Kolonya kokularının yumuşattığı havanında etkisiyle şadırvanda abdest alanların su ile bütünleşmesini zevkle izledim.
Camii etrafında turlarken kuzey tarafındaki küçük meydan, aktarlar ve ayakkabıcılar beni tarihte bir miktar geriye doğru çekmeye başladı. ..
Fırından gelen kokulara karışan köfte kokusu Tozlu caminin yanı başına kadar yönlenmeme sebep oldu. Unkapanından tekrar sola dönünce ağa camii ve uzayan caddenin sonundaki birkaç dükkanın, örtünün üstünde kalan 2. Katları donmuş geçmişi olduğu gibi ortaya koyuyordu.
Orhan camiye yöneldiğimde kafam çok karışmıştı tarihten gelen değerler Orta camii dışında neden camilerden okunamıyordu.
Orhan camii tamamen yenilenmiş gibi duruyor ve beni değil etkilemek, bulvarın devamını kapatan kütleden öte bir şey ifade etmiyordu. Caminin avlusuna tekrar girdiğimde kafamdaki ilk oluşan düşünce caminin yıkılıp Karaağaç bulvarıyla Atatürk Bulvarının birleştirilmesiydi.
Ben bu düşüncelerle caminin içinde röleve çıkartan arkadaşlarımın yanına yönelmişken, 70 yaşlarında bir ihtiyar selam vererek önümü kesti. Uzun boylu, kalın kareli kaşe paltolu amcanın sakalları, yüzündeki beyazlığın etkisi ile daha parlak görünüyor, gözleri etrafı süzerken, bir gülümseme, bir sevecenlik etrafa dağılıyordu. Amca sakin şekilde bana caminin yapımı hakkında bilgimin olup olmadığını sordu. İlk defa karşılaştığım birinin ilk sözlerinin bu olmasına şaşırarak, olmadığını söylediğimde bana Hızır aleyselamla Orhan gazinin konuşmasını anlattı.
Feth edilen bir toprak olan Adapazarında, camii arsasının Orhangazi tarafından alındığını anlattı önce ve bu arsaya Orhan Gaziden cami yapmasını Hızır aleyselamın istediğini, Orhan gazinin de bunu bir şartla kabul ettiğini belirtti.
Hızır A.S.’mın Kıyamete kadar her gün bir vakit bu camide namaz kılması…
Bu şartı kabul edinilen Orhan gazi cami çalışmasını başlatır.
O ihtiyar amcanın söylediğine göre, o günden bugüne ve geleceğe Hızır aleyhisselam günde 1 vakit namazını bu camide kılmaktadır.
Bu söylem beni o kadar çok etkiledi ki kendimi caminin içinde buluverdim. Dış mekan gibi iç mekan da da çok etkileyici bir mimari özelliği bulunmayan Orhan caminin havası manevi anlamda ruhumu sarıp sarmaladı. Hani bir daha içinden çıkmasam denecek kadar benliğimi saran camii, isminin hakkını fazlasıyla veriyordu.
Adapazarı kentinin maneviyat merkezi sayılabilecek Orhan cami mimari bir özellik göstermesede, özellikle kış aylarında ruha huzur veren içsel havasını yaymaya devam ediyor.
O amcayı bulup uzun uzun konuşmak için dışarı çıktım, avlu ve yakın çevreyi dolaştım ama amcam gitmişti ,o günden bu güne o yaşlı nur yüzlü kalın paltolu ihtiyarı hiç görmedim…
Bir gün Hızır A.S. ile karşılaşmak istiyorsanız adresi Orhan Camidir, haberiniz olsun…
İmece usulü çalışmayı bilirmisiniz, her türlü çıkar ilişkilerinin dışında, ulvi bir amaç için bir araya gelmiş, isimsiz insanlar topluluğunun neler yapabileceğini tahmin edebilirmisiniz?
Depremle yok olmuş bir şehrin içinden çıkmış, pırıl pırıl yeni mezun genç mühendislerin, mimarların, şehir plancılarının nasıl bir yükü üzerlerine aldıklarını düşünebilirmisiniz?
1999 depreminden sonraki günlerde, o zamanki Adapazarı Belediyesinin kısıtlı kadrosunun kaldıramayacağı bir toparlanma ve yapılanma hamlesinin, görevden öte mecburiyet haline gelmesi ile birlikte bir çağrı yapıldı.
Bu şehrin çocukları ayakta kalmış belediye binalarından birinde Maltepe tesislerinde toplanmaya başladı. Öyle ki deprem döneminde başka şehre tayin furyası başlamışken, bu çağrı askere giden vatan evlatlarının görevi kadar kutsal bir seferberlik etkisi yarattı. Ankara’dan, Balıkesir’den, İstanbul’dan, kısaca Türkiye’nin dört bir tarafından bu sese kulak verip gelen gençlerle de desteklenen çalışma grubu gün geçtikçe büyüdü…
O zor koşullarda başlayan çalışmalar, bir araya gelen bu insanları, zamanla birbirine bağlı bir ekip haline getirdi.
Yıkılan binalardan, hasar gören yapılara binaların tamamını fotoğraflayıp, şehrin içine düştüğü felaketi ortaya koyan bu gençler, kendi haritalarını üretip, pinpon masasında yeni yerleşim bölgesinin gelişim projelerini hazırladılar. Gece gündüz birbirine karışmış bir halde çalışırken, artçı sarsıntılarda kalem elde bahçeye koşarken bile bir aradaydılar.
Kentin altyapı çalışmalarında, şehrin imar planlarının hazırlanmasında, Karaman,Camili ve Korucukta temel atma törenlerinin öncesinde ve binalar bitene kadar sonrasında, asfalt başlarken iş makinesinin üstünde,parklar yapılırken vurulan ilk kazmanın başında,
onlar vardı…
Şehrin ilk jeoloji laboratuarını onlar kurdu, ilk projeli yolunu onlar inşa etti…
Onlar yol çizgi çalışmalarını yaptılar, bu şehrin ilk bisiklet yollarını tasarladılar…
Orman parkını düşünen, kent parkını bu şehre kazandıran, Bulvarı, Çarkı o koşullarda projelendiren, çıkmaz sokakları açan, yolları genişleten, şehre duble yollar kazandıran, yeni yerleşim bağlantı yolunu tasarlayan,itfaiye teşkilatını Avrupa’dan alınan hibe kaynakla yenileyen,trafoları ve duvarları boyayarak güzelleştiren, kısaca kenti ayağa kaldıran,
Adapazarı’nın yetiştirdiği genç çalışma arkadaşlarımdan başkası değildi…
Kentin genç mimarları en büyük eğitimlerini deprem sonrası beş yılda aldılar, hepsi depremin içinde yaşayarak öğrendiler mesleklerinin gerçeklerini. Sırça köşklerinde teoriler üretenlerden fazla modellemeler yaptılar bu şehir için.Onlar isimsiz kahramanlar olarak Adapazarı’na hayat verdiler.
Genceciktiler ama dev emekleri ile kenti yaşanır kıldılar…
Onlar beraber çalıştıkları arkadaşlarını, şehir plancısı Kerem Coşkun’u yine beraber toprağa verdiler…
Beraber yürüdükleri yol, kutsal yoldu.
Yardımlaştılar, kavga ettiler ama yılmadılar ve başardılar…
Onlar benim gurur duyduğum evlatlarım,
Onlar benim çalışmaktan zevk aldığım mesai arkadaşlarım,
Bir kısmı hala bu kent için uğraş veren meslektaşlarım…
Çağlar,Bahar,Devrim,Şebnem,Erdoğan,Kenan,Hasan,Tansel,Nüket,Yasemin,Haluk,İmdat,Volkan, Gökhan, Serkan, Mehmet, Suat,Erdal,Aynur, Nurcan, Özgür, Feyza, Derya,Ersin,Selim,Mustafa,Tuğba, Gülriz,Merve,Erdal,İnci,Meltem,Faruk,Özcan,Emrah,Evren,Fatih,Yılmaz,Erdan,Ümit,Cesim,……
Onlar benim yol arkadaşlarım,
Bu şehrin evlatları…
Hayatımı bağladığım umutlarımı unutmaya çalışmak…
Anlamsız gelse de,onları gömüyorum hafızamın derinliklerine, hiç çıkmasınlar istiyorum…
Kapanan kapıların, kırılan kalplerin korkunçluğunu,
Köşeden başka gidecek yeri olmayan fare misali dolaşan bedenimi,
beynim bile sakinleştiremezken bunların ilacı olan umutlarımı,
bırakıyorum…
Bırakıyorum alternatifleri, bırakıyorum çıkar yollu serin sessizlikleri,
sulanan bitkilerin yapraklarındaki su damları kadar güzel, hayal kaplı umutlarımı, bırakıyorum…
Çünkü,
umut değil aslında, bizi dik tutan bu hayatta.
Umutsuzluğun güçlü yapısı, umudun kör takipçisi haline gelen, tembel ruhlu içselliğin ilacı aslında…
Umutsuzluk son çare,
öyle ki, umutsuzluklardan doğan ışıklar, umut değil, hızla gerçekleşen çözümler getirir insana, Hızır gibi…
Hiç beklenmedik bir anda,
yani son noktada,
umutların tükendiği hayatın tümüyle anlamını yitirdiği bir anda,
bu kadarmış diye fısıldayamayanların son çırpınışları sessizliğe gömülürken gelen,
umutsuzluğun sonu,çözümün başlangıcı,
renksizleşen çerçeveye, kırmızının albenisini,yeşilin vuruculuğunu,beyazın ışığını getiriverir,
gözlerinden kayan yorgunluğun üstüne,sıcacık…
Uyanan ruhun, umutsuzluktan doğan umudun ardından koşarken,haykırırsın, kendi kendine,
benim hala umudum var…
Yoktan var olanı sahiplenmekte bu kadar maharetli olacağını hiç düşünmeden, bağrına bastığın yokluğun varlığını, bırakmadan,
umutsuzluğun umut olduğu bu hayatta, gelir geçer olduğunu hatırla ve sor kendine,
umutları çoğaltmak mı?
yoksa,
tüketip bir an önce hepsini, yokluktan aldığın güçle, tırmanmak mı, olabildiğince yükseklere…
Hiçlikten dirilmeye…
Umutların tükenmesi bile, en büyük umut aslında…
En gerçekçi çözümü bulduğunuz anda, umutlarınızı hayallere çevirmeyin.
Pembe diziler gibi seyredip, bir sonraki bölümü bekleyecekseniz tüketin gitsin umutlarınızı,
yeter ki siz tükenmeyin…
1996 yılında geldiğim bu kenti tanımakla geçti yıllarım.
Jeolojisini, planlamasını, sosyolojisini, yollarını,sokaklarını, dağlarını, bayırlarını, ovalarını, çarkını, bulvarını…
İlk deprem çalışmamızı o yıl bulvarda yaptık.
İlk o yıllarda anladım, üstünde yürüdüğüm yolların, oturduğum binaların, jöle kıvamı bir zeminde, tarçın kalınlığında bir temelle, çukulata sertliğinde bir tabakaya oturduğunu…
İlk veriler,100 katlı bina derinliğinde bir uçurumun üstünde kurulan bu kentin her an bir depremle tarumar olabileceğini söylüyordu…
Benim o an öğrendiğim, bu kentte yıllardır bilenen bir gerçekti aslında…
Bilinmesine rağmen binalar dikilmeye devam ediyor, geleceğin mezarları hızla inşa ediliyordu…
Bir nokta koymak gerekir diyerek başladığımız yeni Adapazarı planları o yıllardan itibaren şekillendirildi, 1999 şubat ayına kadar süren araştırma ve planlama çalışmaları bittiğinde, karar verildi şehrin taşınmasına…
Sağlam, deprem güvenliği olan bölgeler olarak belirlenen yeni yerleşim alanları planlaması, Karaman, Camili, Korucuk, Alandüzü köylerini kapsayacak şekilde, 2030 yılı hedeflenerek tasarlandı ve belediye meclisinden 1999 yılı şubat ayında geçirildi…
Gülen ve eleştiren meslektaşlarıma rağmen, yapılan çalışma bütüncül bir yaklaşımla bir an evvel bu kentin taşınmasını ön görüyordu…
Yeni Adapazarı o yılların projeksiyonu ile 300.000 kişiyi kapsayacak şekilde tasarlandı. Büyük felaket sonrası, uygulanması için çabaladığım bu proje için verilen mücadele Ankara Adapazarı arasında sayısız seyahat, sayısız bilgilendirme toplantısı,sayısız devlet büyüğü ziyaretleri sonucunda zaferle sonuçlandı…
Bir hayaldi, Karaman,Camili,Korucuk ve Alandüzü.
Bir hayaldi yeni Adapazarı…
Bir söz, bir gereklilik,bir yaşam savaşıydı aslında,
bir söz, kendime verilmiş,
bir savaş, gelecek nesiller için…
Çocuklarımızın, gelecekte öncelikle deprem korkusu olmadan yaşayabileceği bir güvenli sığınaktı,yeni yerleşim bölgesi.
Bu bir haykırıştı,
artık yeter seslenişiydi, her depremde verilen binlerce can için…
Benim için,gelecekteki depremlerde Adapazarı için yıkımın en az zararla atlatılmasının teminatıydı, Karaman…
Devletin yönetim merkezinin, Camilide olması, bir anlayışın iflasıydı,bir devrin kapanışı, yeni pırıl pırıl bir dünyanın kuruluşuydu…
Korucukta toplu konutun inşaata başlaması, yaşadığım bayramların en güzeliydi, yeni kentin üçüncü incisi doğuyordu…
Emeklerime deydi derken, merkez için hazırladığımız planlar, belediye meclisinin kentsel rant baskısına boyun eymesiyle red edilince, ilk hayal kırıklığını yaşadım…
Bizim düşüncemizde, Adapazarı, yeni yerleşimde güvenle inşa edilirken, depremde yok olma noktasına gelen eski kent, geniş caddelerle çevrelenmiş,yeşil alanlarla beslenmiş bir bölgesel ticaret merkezi haline getiriliyordu. Bu alanları 2 katlı bahçeli evler çevreliyor, kentin yoğunluğu azaltılıyordu.
Biten ümitlerim yeni bir mücadeleyi başlattı aslında. Kenti mümkün olduğunca yayalaştırarak, merkezi yaymaya çalışmak, alternatif bir çıkış yolu oldu benim için…
Çark caddesi ve Bulvar böyle bir çabanın eseri olarak doğdu…
Depremden sonra geçen yıllar bazı şeyleri sönümlese de,
Geçmişi unutmak, bizlere bugün rant olarak dönüyor olsa da,
Şunu unutmayın ki, deprem bir gün yine yaşantımıza girecek, bilesiniz…
Kaygım bizim için değil, çocuklarımız için,
onlara sesleniyorum aslında,
deprem gerçeğini ve kentinizin geçmiş acılarını öğrenin ve hiç unutmayın,
yaşayacağınız şehre sahip çıkın,
unutturmayın…
Tarifsiz sevgiler, sınırsız aşklar yaşadım.
İnsanları karşılıksız sevdim, güzellikler dolu dünyada canlı cansız, bitki hayvan, yaratılmış her şeyi hayranlıkla sahiplendim. Bir parçam kabul ettiğim ailemi tarifsiz bir aşkla yerleştirdiğim gönül evimde, pamuklara sarıp sakladım.
Sabahın serinliğine, bahçedeki güle bağlandım. Güneşin yükselişindeki ışığı, bulutlardaki hüznü içim kaynarcasına her gün özlemle bekledim.
Evimin huzurunu, işimin sorumluluğunu doyasıya tattım.
Ben, insanları karşılıksız sevdim…
Yaratılmış canlıları,bize sunulmuş dünyayı, büyük bir emanet kabul edip, aşkla bağlandım.
Her geçen gün sevgimi arttırırken, aşkla yanan yüreğime yeni yarlar ekledim…
Maddi sevgileri, paranın sıcak yüzünü ötelerken, toprağın tenine dokundum,
beni saracak dünyadaki son sevgilinin yüzüne, içime akıttığım gözyaşlarımı sundum…
Ben bu dünyayı sevgiyle kurdum, onunla büyüttüm…
Acılarla dolu geçen günlerimi, sevdiklerimden duyduğum sözlerle aştım. Dostlarımdan gelen darbelerle sarsılırken, aşkın gücüyle öteledim sorunlarımı…
Ben, aşık olmanın tadını sonuna kadar yaşadım,
ben, sevdaların en büyüklerini kana kana içtim…
Ama, Yunus’un aşkının ne demek olduğunu anlayınca,
Ben bu dünyanın yeni yetme aşıklarındanmışım anladım.
Ben, varlığa sevinen, yokluğa yerinen bir zamaneymişim öğrendim.
Ben, cennet için çalışan, o köşklerin hayalini kuran bir ölümlüymüşüm, kendimi yeni tanıdım.
Ben, aşk ile avunamayan biçareyim…
Ben, dünyadan vazgeçemeyen ama ahretini de bırakmamaya çalışan, Araf’ta bir kulum, gördüm…
Ben aşkı tanıdığını sanan, Kerem ile Aslıyı aşkın başrol oyuncusu kabul eden, Leyla ile Mecnunun dizilere konu olacak sevgilerini,dünya harikası sanan, bir cahilim,
ben, para sihirbazlarını, boğazdaki yalı sahiplerini, sevgiyi para ile satın alan kara aşkın şövalyeleri kabul eden, bir romantiğim.
Kamu hizmetini, aşkların en yücesi kabul eden, bir cüce Müslüman’ım…
Ben, bir YUNUS değilim…
Ben varlığın sevincini güvence kabul eden,yokluğun sıkıntısını taşıyamayan, cennet için çalışan, iki cihanını kaybetmeye aday bir insanım…
Ben bir YUNUS değilim…
BANA SENİ GEREK SENİ diyemeyecek kadar güçsüz,
Cennet nimetlerini reddedemeyecek kadar korkak bir kulum…
Bana seni gerek seni, diyemeden göçüp gidecek, başka çaresi olmayan,
aşkı tanımadan kırk beş yılını geçirmiş,
sevgiyi tadarken bile susayan ben,
dünyadan vazgeçemiyorsam eğer,
CANINI AŞK YOLUNA VEREMEYEN AŞIK MIDIR diye soran,
YUNUS’TAN utanıyorum…
Yeller gibi esmedikten
Yollar gibi tozmadıktan
Seller gibi coşmadıktan, sonra
Ben aşık olabilir miyim…
HER KİM BANA DÜŞMAN İSE HAK TANRI YAR OLSUN ONA, diye haykıramadıktan sonra,
Ben aşığım diyebilir miyim?…
Konuşan siyah susan beyaza hükmederse etraf kararır.
Karanlık kapladığında etrafı, beyaz yok olur.
Beyaz siyahın dengesi, siyah beyazın rakibi ve aynı zamanda da ayrılmaz bir parçasıdır…
Her yerin siyah olması nasıl mümkün değilse her yerin beyaz olması da söz konusu olamaz.
Dengenin korunması olayı ayrıştırır. Beyaz ve siyah ait olduğu bölgeleri kaplarken, karışmaz çizgiler birbirine.
Beyaz ve siyah,
Gece ve gündüz,
Varlık veya yokluk…
Biri varsa diğeri var,biri yoksa diğeri anlamsız…
Denge beyaz üzre olsa siyah beyazlaşır, tersinde ise beyaz kararır.
İtişse de örtmemeli birbirini,
Ayrışsa da yan yana gelmemeli,
Beyaz ile siyah birbirinin içinde, ayrı kalsa da, sarmalı birbirini,
Korumalı, karışmamalı, karıştırılmamalı…
Beyazı sevenler siyah giymeye mecbur kalmamalı, siyaha aşık gönüller beyaza zorlanmamalı.
Zorlanmamalı siyah, beyazlığa, grileştirilmemeli beyaz siyah tahakkümünde…
Ama, kutuplaşmamalıda beyaz ve siyahcılar,
Siyahın beyaza, beyazın siyaha bakışları düşmanlaştırılmamalı…
Bir elin parmaklarındaki farklılık, beraber hareket etmesine engel değil,
beyaz ve siyah bir elin parmakları arasındaki fark aslında…
Beraber hareket etmesi gereken farklılıklar, birbirine mahkum değil , mecburlar aslında…
Bütün parmakların aynı boyda ve aynı ende olması nasıl işlevsiz bir eli oluşturursa, aynı düşünce ve aynı bakış açısındaki insanlar ise, işlevsiz bir topluma yol açar.
Kabul edelim, siyahı beyazı ve diğer marjinal sayılan tüm renkleri…
Sonuçta tek renkten oluşan bir tablo yapılamaz, tek renk olsa olsa bir duvar rengi olur,
Soğuk, sert ve duygusuz bir duvar rengi…
Renklerin harmonisi ise tablonun gerçeği, duyguların birleşimidir.
Duygularımızı, rengimizin yansıttığı bir dünyada, karşımızdakilere zarar vermeden tabloyu şekillendirelim..
Daha güzel bir dünya, renklerin dansıyla mümkündür unutmayalım…
Kendimi bildim bileli bir mücadele içindeyim.
Rutin hayat mücadelesinin dışında dünyayı değiştirme mücadelesi,
her şeyi reddeden, eleştiren ve olması gerektiği konumu belirleyip o doğrultuda verilen bir mücadele,
Dünyanın değişimi için sabahlara kadar düşünmek,
ait olduğum şehir için projeler üretmek,
sokaklarına çizgilerimle yön vermeye çalıştığım mahallemin yaşanası mekanlarını tasarlamak,
düşünce süzgecimden geçirip uygulamaya çalıştığım hayallerim…
Bunlar, doğru bildiklerimi paylaşma ve insanların daha rahat, daha güvenli ve daha mutlu yaşama ortamlarına sahip olması için, onlara rağmen, verilen mücadele sürecinin örnekleri…
Bir değişimin bastırılması, bir dönüşümün zorlanması ,
Sonuçta, insanların daha özgür olması için verilen mekânsal kararların onları daha bağımlı haline getirmesi,
sorunun, planlanan mekanlarda mı yoksa insanların bireysel vermesi gereken mücadelede mi olduğu sorusunu akla getiriyor.
Tasarlanan her yeni şehirsel fonksiyon kullanıcılarda bir değişime neden olmalı,
yapılar evler, paylaşılan ortak mekanlar, o alanlardaki etkileşimler ve yenilikler insanları değiştirmeli,
düşüncelerini etkilemeli, onları bu çarkın içine almalı ve sonuçta daha hızlı bir ivme ile yaşam alanları dönüşmeli diye düşünürken yeni yapılan mekanların zaman içerisinde dönüşmesi ve amacından uzaklaşması ne kadar ironik…
Hatta değiştirmek istediğin kentin parçacıklarını daha sonra savunur hale gelmek…
Bu çağda mekanların insanlar üzerindeki değişime etkisini minimumda görmek insanların değişime direnmeleri gerçeğini mi ortaya koyuyor?
Yoksa, değişimin önce insanda mı başladığını keskin hatlarla belirliyor.
Evet, belki de önce ben benim düşüncelerim doğrultusunda kendimi değiştirmeliyim.
İçimde yaşattığım başka emelleri olan beni, var olan dışsal etmenlerle yol alan benle değiştirmeliyim.
Daha özgür olmalıyım,
veya kabullenmeliyim…
Yaşamın en koyu rengi çıkıverir hiç beklenmedik bir anda karşına,
artık, umudun tükendiği, akan kanın donduğu, sonun başlangıcı olarak da adlandırılan yerdesindir…
Bakarken göremezsin, görsen de duyamazsın, duysan da konuşamazsın,ellerine hakim olup da tutunamazsın, isyan eder bacakların taşımaz bedenini, yürüyemezsin…
Aklın emretse de dilin dinlemez konuşamazsın, gözyaşlarına hakim olamazsın…
Akan gözyaşı değildir, kalbin sevgi ile ürettiği emeğin anlamsızlaşmasıdır aslında…
Yolun sonu gibi gelen, ölümü bile özleten o an, ömrünün bitip tükenmez sınavlarının en acısıdır, en zorudur, beklide son imtihanıdır.
İmkansız sanılan şey , ilk başta yorsa da seni,
geçen ilk saniyelerden sonra,
istemesen de alışmaya başlarsın…
Sen hissetmesen de,
çözüm aramaya, çare bulmaya dönük ilk düşünce alıştırmaları, içinde bulunduğun kaostan çıkış mücadelesinin başlangıcıdır aslında, bilemezsin…
Derdin devamı dermanı oluştururken, sana mücadele etme isteğini veren ne olabilir ki?
Güç sandığını kolay eden, yok saydığını var eden, bitti sanılanı yeniden başlatan, göze fer dize derman veren, kalp atışını düzene koyan, nefreti sevgiye dönüştüren, dili yumuşatan, düz yolu tanımlayıp hayatı kolaylaştıran, Sınavı yapan aslında…
Soru varsa cevap, sorun varsa çözüm mutlaka var.
Bize düşen, aramak, ararken bunalsak da, çabalarken karşılık bulmak, buldukça üstüne gitmek, budur sınavımızı geçerli kılacak olan…
Hayat sürdükçe, cevap değildir amaç,cevabı aramaktır aslında…
Ararken sabretmek. Sabrederken arınmak, tevekkülle karşılamaktır yeni sınavları ve yeni cevap arayışlarını.
Sınavların kişiye özel olması olayı farklılaştırsa da cevap arayışlarının yöntemsel olarak aynı olması, tek elden yapıldığının göstergesidir.
Sınavlara güçlü girmek için öncesinde çok çalışmak değil, sonrasında çok sabretmek gerekir.
Sabır ayına girerken sınavlarınıza sahip çıkın, imtihanını kabul etme becerisini gösteren mücadele etme azmini de elde etmiş sayılır, unutmayın…
Hayırlı ramazanlar…
Sessizliğin sınırlarında dolaşmak istiyorum sessizce,
dokunmak istiyorum huzura, rüzgarın serinliğine, dalgaların getirdiği yakamozlara bakarak karışmak istiyorum en derin mavilere ,
maviler ulaşırken yeşile, ardında ince bir iz bırakıp giden teknelere el sallamak istiyorum.
Bunları huzursuz, yorgun ve isteksizce yaşarken hayal ediyorum.
Mis gibi kokan kahvemden yudumlarken zehir içiyormuş gibi bakan gözlerle düşünüyorum,
etrafımda benden bir şeyler söylememi bekleyenlere verecek cevabım yokken İstiyorum.
Karışmak isterken huzura, kaçmak istiyorum herşeyden, kendimden bile…
Uzaklara çok uzaklara gitmek istiyorum, korksam da yok olmaktan gitme isteğine karşı koyamıyorum.
Korkarken uzaklaşmaktan, tutkuyla istiyorum kilometrelerce koşmayı, tanımadığım diyarlarda, bilmediğim insanların arasında kayboluvermek, beni belki de rahatlatacak bilemiyorum…
Huzuru kaçmakta ararken peşimde götürdüğüm düşüncelerim benimleyken, değişen mekanlar, değişen insanlar beynimi dinlendirebilirmi?
Dondurabilirmiyim bir süreliğine de olsa kaynayan kazanı ,
boşaltabilirmiyim fazladan yer kaplayan geçmiş hatıraları, kırılgan ve nemli üzüntülerimi, ihanetin soğuk ve korkunç yüzünü ,
duyduğum veya duyurulan haklarımdaki olumsuz lafları ve söyleyenlerin yüzlerini …
Bunları gittiğim yere götürememem yada gittiğim yerde bırakıp gelemem.
En doğrusu hangisi?
Döndüğümde kaldığım yerden devam etmek mi
yoksa ,
bırakıp herşeyi sonsuzluğa, sessizliğin kucağına
geri dönmek mi yaşadığım topraklara.
Peki, bu iki halde de döndüğümde ben beni tanıyabilirmiyim?
İnsan tek başınadır bu dünyada…
Atmosferin üstten bastırdığı, yerin ise dibine çektiği, rüzgârın üşüttüğü, güneşin ısıttığı yeryüzünde, ağaç gölgesinde, deniz kenarında, binlerin dolaştığı caddelerde, yüz binlerin yaşadığı şehirlerde, milyonların barındığı ülkelerde, milyarların dünyasında, tek başına…
Tek başına doğar, kalabalıkta tek başına yaşar ve idealleri olsa da olmasa da tek başına ölür…
Öyleyse insan, bir başına ne yapabilir?
Dev bir kayayı kaldıramaz mesela, ya da trene kafa atamaz, topa vurduğu gibi. Uçakla yarışamaz, otobüsü itemez, tek başına yolunu çizemez.
Sevemez kendini, tek başına baktığı aynada,
gördüğü yüze bakamaz, tek başına…
Üretemez, konuşamaz, duyamaz ve gülemez, kendi başına.
Hatta yalan bile söyleyemez kendine, yalnız kaldığında.
İnsan bir hiçtir tek başına, korkak yılgın ve anlamsız.
Ama bu insandan öte insan var yeryüzünde,
tek başına değiştirebilen, dünyayı
etkileyen, savaşan insan…
Tek başına yola çıkarken, Firavunun ordusunu sindiren insan…
İnanan, teslim olmayan, özgür ve mağrur…
Yani, olması gereken, insan tanımlamasını hak eden, şerefli yaratılmış…
Yalnızken, haklıyken, tek başına dimdik duran ve bilen tek olmadığını.
Milyonları karşısına alırken, inandığı doğrular için,
yenebilme gücünü içinde hissederek, yürüyen…
Bastığı yerlerden umut fışkırırken, asla pes etmeyen, sonuna kadar zorlayan,
ordulara bedel, kendinden öte varlık, inanan insan…
Özgürlüğünü ilan etmiş, kulluğunun bilincinde,
tek başına çıktığı yolda, önce onları, sonra binleri peşinden sürükleyen, milyonları kucaklayan hedeflerin insanı,
sevgiyle çıktığı yolda, sırtında küfesi olmayan varlık…
Peki, bu tip bir insan neler yapabilir acaba?
Kayaları sökerek, denizleri yararak, yürürken, korkusuzca haykırabilir, düşüncelerini…
Tankları durdururken bakışlarıyla, kendini değil, toplumu sevebilir.
Tek başına doğduğu bu dünyada, kalabalıkla yola çıkabilir.
Sevgiyle oluşturduğu çemberini büyütebilir, kavrayabilir tüm dünyayı, fikirleriyle…
İnanan insan dünyayı değiştirebilir…
Tek başına yola çıktığında bile tek başına olmadığını bilerek, dümdüz gittiği dosdoğru yolunda, engelleri çok rahat aşabilir…
Bir gün milyonlarla beraber devam edeceği yola, bugün yalnız başına çıkabilir…
Yeter ki inansın.
Yolu belli, güçlü, cesur ve anlam yüklü bir şekilde,
önce kendini, sonra çevresini, şehrini, ülkesini,
sonunda ise dünyayı değiştirebilir…
Babam benim gibi yaşamadı, büyükbabam babamdan da farklıydı.
Farklı konuştu, farklı giyindi, farklı evlendi belki.
Farklıydı bastığı topraktaki çiçekler, barındığı evler…
Bakkal kasabadaydı, şehirdeydi manifaturacı, hükümet ise bir binaydı, önünde bayrağın dalgalandığı…
Yıl 1923’ler, savaş sonrası günler, sıkıntılar, yeniden inşa çalışmaları…
Babam ise 1950’lerde arşınlamış yollarını şehrin, elli bin kişilik kentin Arnavut taşını…
Çorbacı iki katlı binanın bodrum katında kaynatmış çorba kazanını….
Ben onlardan sonra dolaştım aynı kentte,
fes takmadım, kalpak giymedim, fötr şapkayı ise hiç denemedim.
Asfaltı çocukluğumdan bilirim, tişörtü bu toplumun atleti sanırım.
Onlar gibi değilim,
farklıyım, kıyafetimle, yaşadığım mekanımla, kullandığım arabamla.
Farklıyım kutu gibi apartmanımla, kucağımda taşıdığım bilgisayarımla…
Ortak yönümüzü düşünüyorum, atalarımla,
taşıdığım kandan öte,kullandığım soyadımdan başka,
onlarla ve onların atalarıyla…
Sizlerle ortak onlarla farklı olsa da bugünkü hayatım, geçmişten gelen ne var,benle iletilecek geleceğe?
Bunu düşünürken farkına varıyorum rehavetimin,anlamsız geçen günlerimin…
Onlardan bana kalan miras, eski fotoğraflardan yansıyan, bakışlardaki anlam.
Unutturulmaya çalışılan, tarifi içinde gizli,asırlardır devreden,
ayrı yoldan geçsem de,aynı suyu içtiğim kaynak…
Ben onların dünya üstünde kalan şahidiyim.
Kaynak, bana iletilen kitap, babama babasından kalan,benden oğluma geçecek olan,
tıpkı sizde olduğu gibi…
Kitap, aynı kitap.
Kılık kıyafet, at ile barınak, ıvır zıvır haricinde, bu hayata dair aslolan ve olacak tek şey,
beni onlara bağlayan…
Onlarında, benimde, gelmiş geçmiş onlarca neslinde, değişmeyen ortak tek noktası,
Kutsal kitap…
Her şey değişirken değişmeyen tek şey.
Onlara da emrolunan , bana da emrolunuyor.
İster fesli,ister küpeli
İster şalvarlı, ister bermudalı
İster bakır tas, ister porselen tabak…
Ferrari’yle hız sınırlarını aşsam da
At arabasıyla yola çıksam da…
Değişmeyen tek şey, onlara da bana da, aynı.
Farklı yaşasan da, emrolunduğun gibi olmak…
Babamdan bana kalan, oğluma devredeceğim kitap öyle söylüyor,
Bin dört yüz küsur yıldır,
Değişmeden….
Küçük bir kaygıyla başlayan iç kemirici yıpranma süreci, sorunlarla büyür, büyür.
Acaba, Niye, Belki, Ama, gibi sıralanan şiddet arttırıcı eklemlenmelerle devam eden tansiyon yükselmesi, “Aman sende, boş ver” le bitebileceği gibi, “Niye ben” diye beliren can alıcı soruyla tavan yapabilir.
Peki kaygıların nedeni küçülen dünyada büyüyen anlamsız sorular olabilir mi? Düne kadar olmayan,hatta ana babalarımızın hiç muhatap olmadıkları günümüzün en çok rastlanan problemleri bizi kaygı çukuruna itiyor olabilir mi?
Yada daha farklı bir şekilde tanımlamaya kalkarsak, kaygıyla kalkan sadece zararla oturmaz, birde sorunları kompleks haline gelmiş zamane insanı şekline mi bürünür?
Bu durum aşılamaz dağlardan, geçilemez nehirlerden hatta denizlerin en kızgını Karadeniz’den daha mı derin daha mı zor? Yoksa bu durum, kaygı bozukluğu olarak da adlandırabileceğimiz güvensizliğin diğer adımı?
Yoksa bu, çağın gereksinimi dijital dünyanın, insanları diğer insanlarla, ailesiyle ve arkadaşlarıyla mesafeli hale getirerek kurguladığı masal boyutlu, likit ekran ötesi bir kopuşun sonuçları mı?
Bu anlamsız bakan gözler bilinmezliğin değil, karşımızdakini anlamamanın ifadesi aslında.
Günümüzün gelişen teknolojisinin eksik yanı olan, yüzyüze iletişim kopukluğu, güvensizliği tetikliyor, büyütüyor ve bizi yalnızlaştırıyor. Kaygı dolu dünyamızda bizi hiçselleştiriyor.
Aile içi birbirinden kopuk dünyaların oluşumu, etkileşimli bir neslin evlatları olarak,bizleri, geleceğin dünyasında bireyselleştiriyor.
O donuk ekrana bakan gözlerin, o soğuk tuşlara basan ellerin, ilacı, sıcak bir temas aslında…
İçten bir bakış, sevgiyle beliren dokunuş, bir hoş sohbet…
Sonrası, aynı mayanın çocuklarının kardeşliği…
Anlamlandırılan hayallerin,koşulan masalların ve beklenen umutların doğum sancısı, bugün veya en geç yarın gelecek olan geleceğin gürültüsünde…
Birbirimizi olduğumuz gibi sahiplendiğimizde,
gelecek,
anlam katan günler,
yaşadığımız toprağa, yeşerttiğimiz umutlara,
bir gün, hem de çok yakın bir gün, gelecek…
Yeter ki ayrılmayalım birbirimizden,
Düz çizginin paralelliğinden,
hayata dair ne varsa,paylaşarak, yürüyelim,
Dosdoğru, geleceğe…
İş hayatı bir takım oyunudur, tıpkı futbol gibi…
Yazılı kuralları olan, tanımlanmış bir mekânda, görevleri öğretilmiş belirli sayıda oyuncular tarafından oynanan, bir akıl ve güç oyunu…
Ayrıca doğru veya yanlış oyunu seyredip, güç veren yada şaşırtarak hata yaptıran seyircileri başta olmak üzere yöneticilerden başlayarak takımı hazırlayan teknik direktörden malzemecisine ve masörüne uzanan bir ekibin yine aynı şartlarda ve şekilde hazırlanan diğer bir ekiple yaptığı bir mücadeledir futbol.
Müsabakayı yöneten hakemler ve gözlemciler ise karar vericilerdir.
Televizyon veya radyodan maçı takip eden yada yazılı medyadan bir sonra ki günde olsa değerlendirmeleri okuyanlar ise yararlanıcılar olarak adlandırılabilir. Maçı canlı seyredenleri ayırıyorum çünkü onlar oyunun ayrılmaz parçasıdırlar.
İş hayatını da futbol gibi düşünürseniz, hangi iş kolunda veya alanında olursanız olun tıpkı futbol gibi belirli sayıda uzman insanlar tarafından hizmet verilen yazılı kuralları olan bir çalışma ortamında yöneticilerimiz ve ekip başı müdürlerimiz ile birlikte bir çalışma grubundan söz ediyorum.
Sizinle aynı iş sahasında olan firmalar ise rakip takımlardır. Seyirciler müşterimiz, izleyiciler ise geniş ağ tüketicilerimizdir.
Maçın hakemleri üst ölçekli devlet idarecilerimiz olarak tanımlanabilir.
Hangi takım daha iyi bir idari yapıya ve başkana sahipse o ekip avantajlı bir şekilde yarışın içinde yer alır. Bununla beraber iyi bir teknik direktör ve yardımcılarına sahip takımlar daha üst seviyede maça hazırlanırlar.
Oyuncuların teknik ve fiziksel güçleri ise yukarıdaki etmenlere bağlı olarak artar veya azalır.
Oyuncuların bu işi sevmeleri ve yetenekleri ise diğer bir olmazsa olamaz koşuldur.
Seyircilerin ateşi bu etmenleri olumlu yönde arttırdığı gibi işgüzarlığı ise olumsuz yönde büyük etki sağlarken izleyicilerin sayısı ve niteliği pazar payınızı arttırır, gücünüze güç katar.
Olumsuz hale örnek olarak da şunu düşünebiliriz; görev karmaşası olan bir takım hayal edelim, başkanın oyuncu olduğu, forvette olması gerekenin kalede durduğu bir takım…
Seyirciler tarafından da moralsizleştirilen bu takımın izleyicisi de düşer, oyunda oynayamaz…
O zaman takımı iyi organize eden bir başkanla ve takımı motive edebilen bir teknik direktörle yola çıkın, böyle bir takım maça çıkıyorsa yenilmesi çok zordur…
Böyle bir ruh oluşturamıyorsanız boşuna suçlu aramayın, seyirciler ve izleyiciler zaten eleştiriye başlamıştır…
Bu durumda oyuncularınız birbirine girmiş bir halde küme düşersiniz bilesiniz.
Uyumak istemiyorsan, direniyorsan yorgunluğa,
gözkapaklarına isyan ediyorsan, kapanmaya meylettiği için,
kahveler, ardı ardına yakılan sigaralara eşlik ediyorsa eğer
korkuyorsun demektir, teslim olmaya, dünyanın bilinmezi, uykuya…
Korkuyorsun, hayat diye tanımladığın, gözü açık seyreylediğin akıştan, kopmaya…
Hem sevip hem daraldığın, hem içinde olduğun hem de dışında kaldığın, adım attığın, temas ettiğin,
konuştuğun, dinlediğin veya sadece baktığın,
gündüzü kalabalık,gecesi karanlık, zaman parçası…
Ne kadar korkunç seni terk etmek, kısa bir süre için bile olsa…
Peki, neden korkuyoruz?
Emin olmadığımız için yaptıklarımızdan veya yapamadıklarımızın vicdani sorumluluklarından olabilir mi?
Sessizliği yırtmak için bir türkü çığırmak, içimizden haykıran sesi de bastırabilir mi?
Gündüzün gözüyle gördüklerimizi, unutmamak için mi direnmemiz yoksa gördüklerimizin gerçeğini görme alternatifimi bizi korkutan?
İçini dökmende mümkün değil, doğruları bilen dünyana…
Annenin ninnileri geliyor aklına, dizlerinde sallanırken dinlediğin,
ne güzel dalardın uykuya, güvenle ve sıcacık…
Acaba maharet ninni demiydi?
Yoksa, saflığın parmak ucuna yansıyan tadımıydı, ağzına soktuğun.
Sabaha az kalsa da, gecenin gelişine göz kırpıyor gelecek…
Kurtulmak lazım,
teslim olup uyumak lazım…
onun için ise temizlenmek ve arınmak lazım.
Of çekerek döneceğine dört duvar arasında, göğüs kafesinde çarpan et parçasını dinlemek,ona ses vermek lazım…
Onun çarpışındaki ritim çaresizliğin çaresi, kulak ver…
Aslında sevinmende lazım bu duruma,
eğer teslim olamıyorsan uykuya, kurtuluş ümidin var demektir hala,
henüz geç olmadan, kör karanlığın işini yapmasına izin ver.
Rüzgâr örtün, yıldızlar lamban olsun,
Gözün kapanırken, için uyansın.
Temizlenirken ruhun, bedenin teslim olsun yorgunluğa,
Gün ışırken rahatça…
Ölümün dünyadaki her günkü provası bile bu kadar zorlarken,
Gerçeği çok daha zor olacak, biliyorum…
Ve korkuyorum, uyuyamıyorum…
Bir günlük yaşam kesitinizi düşünün, sabah kalktıktan sonra geçen koskoca bir günü,yani yirmi dört saati, diğer bir değişle 1440 dakikayı.
Düşünün nasıl harcadığınızı,
hesaplayın boşa geçen dakikalarınızı,saat doldurmak için verdiğiniz mücadeleyi, zaman geçsin diye aylak aylak vitrinlere bakarak, aynı caddeden iki defa geçişiniz,
kart basıyormuş gibi, eve belli saatte gitmek için, üst üste sayısını unuttuğunuz kadar çok tavlada zar atmanızı,
dedikodu kazanında, Amerika’dan başlayıp ülkenin doğu sınırından Arap diyarlarına geçişinizi, sonrasında ise saate bakıp, alelacele koşturarak öğle tatillinden işyerinize varışınızı…
Düşünün boşa geçen zamanınızı,
bir günde yok yere harcanan akrep ve yelkovan koşturmacalarını…
Sizden bu bir günlük zaman periyodunun, beş dakikasını yaşadığınız kentte ayırmanızı istesem.
Sadece beş dakikasını…
Bu kent’e ve bu kentte yaşayanlara,
yani kendinize.
Yaşadığınız, dar anlamda, binadan, geniş perspektifte, şehrin geneline,
Basit veya kapsamlı, anlamlı veya anlamsız, komik veya ciddi, sorun veya öneri,
Odaklansanız bu şehre,
Beş dakika için…
Olacağını hayal ettiğiniz veya olması gerektiğini düşündüğünüz,
şehrin bugününe veya geleceğine dair, ne varsa dökseniz,
İleriki yıllarda nasıl bir yaşam sürülecek bu şehirde?
Çocuklarımız nerede ve nasıl yaşayacaklar?
Kentteki kaldırım taşından, korktuğumuz fabrikalara,
açılan yeni alışveriş merkezlerinden mahallenizdeki küçük ekmek büfesine,
günümüzün prefabrik okullarından tepemizdeki üniversiteye,
ve şehir yaşamı konusunda ulaşılacak son noktaya,
parklara dikilen fidanların 20 yıl sonraki gölgelerine,
upuzun yayılan bu şehrin tarlalarının mısır hasadından, gelecekte üretilecek ürün desenine,
şu anda var olan ulaşım sisteminden, çocuklarımızın bineceği yeni alternatiflere,
oturduğunuz evlerden, geleceğin konutlarına, mahallelerine,
meydandaki heykelden, yirmi yıl sonraki belediye binasına,
bugünün bürokratından, geleceğin idareci modeline,
yani kısaca bu şehre ait ne varsa veya ne yoksa…
ne olmalı, ne oldu, ne olacak?
Düşünün, günde sadece beş dakika için.
yazın, konuşun ve paylaşın
sizden gelecek bir öneri , beklide bir çözüm kentimiz için…
düşünsenize, yüz binlerin yaşadığı bu şehirde,
yüz bin kişinin, bir günde ayıracağı beş dakika, bir günde 1 yıl eder…
Bu düşünce odaklanması , kentin sahipleri olarak,sizlerin kentinize yön verme gücünü oluşturur.
Öncelikle çocuklarınız ve torunlarınız için,
Ve tabi ki birde kendiniz için,
Yani bu şehir için,
BEŞ DAKİKANIZ var mı?
Sadece beş dakika….
Şehrin sokaklarında belli olur insanların duyguları.
Korku ile dolup koşuyorsak dar ve karanlık sokaklarında,
eve varınca derin bir oh çekiyorsak eğer,
sevinç ile arşınlayamıyorsak yollarını, ısıtamıyorsak hep beraber yada ışıtamıyorsak kör cephelerini sıvasız binaların,
geceleri, bizim değildir bu şehrin.
Caddelerde, aydınlık bulvarlarda grup halinde gezerken, anlaşılmaz kentin bize etkileri.
AKM’den gece yarısı sinema çıkışı değildir, sokakların gerçeği.
Bir ötesine geçmek lazım, bir sonrasına, Tığcıların arka sokaklarına,
Fitaş sokağından dağılmak lazım derinliklerine, merkez dediğimiz noktanın ikiyüz metre ötesine,daha ötesine…
Çark caddesinin renklerinin yansıması itfaiye caddesinden görülüyor mu bakmak lazım…
Bosna’dan, Kirtitepe’den yayan geçmek lazım Şeker mahalleye doğru,
gecenin bir yarısında, tek başına…
O zaman anlarız bu kentin büyüklüğünü,
o zaman hissederiz şehrin gücünü…
Arabayla geçerken seyreylediğimiz binaların önünden, yürürken kaygı duyuyorsanız eğer,
şehir Bulvar ve Çark’a sıkışmış demektir.
Yenicami’den sonra arabayla devam etme gereği duyuyorsanız eğer,
Sakarya caddesi, bir adım ötesindeki bulvarı takip edemiyor demektir.
Yani, şehir paylaşılan bir mekan ise, paylaşılan yalnız cadde ve bulvarlar olmamalı,
ikincil caddeler ve sokaklar bu paylaşımın en önemli paydaşıdır, sessizliğe terk edilmemeli…
Barınaklarımızın yer aldığı sokaklarda mutlaka bir araya gelinecek bir alan; park, meydancık, çeşme başı, ağaç gölgesi olmalı,
olmalı ki, sokaklar evlere ulaşılan yollar olmaktan çıkıp, yaşanan mekanlar, kaynaşılan yerler olsun…
Evler nihai barınaktır aslında, sokaklar ise orada yaşayanların ilk aşama olarakta adlandırabileceğimiz kaynaşma bölgeleridir.
Gerek minder, gerekse tahta taburelerle sokakları şenlendirmek lazım,
oturmak ve konuşmak, sokakların ve sakinlerinin geleceğini,
paylaşmak dertlerini, taşlarını sahiplenmek, ağaçlarını güçlendirmek,
sokaklarda yaşamak lazım…
Bugünden ve gelecekten kaygı duymamak için,
sandalye ve adım atmak gerek, sokağa,
sahiplenmek lazım sokağın ve komşuların güzelliğini,
sohbetlere katılmak lazım…
O zaman, yalnızda adımlarsınız caddelerini bu şehrin,
sokaklarına koşar adım gelirsiniz,
evde değil sandalyede muhabbetin tadına varırsınız,
sokak lambasına bile gerek kalmaz…
Mahallelinin yaydığı ışık yeter size,
Size,
size ve şehrin geneline.
Her noktasında birlikte yaşanan bir şehir özlemiyle…
Her şey alıştığınız gibi giderken, beklenmedik bir anda, telafisi imkânsızla karşılaşmak,
bir anlamda durdurmaktır akışını hayatın.
İşte o an, kanınızın akışı donar,
bakışlarınız sabitlenirken, olmayan bir noktaya, beklide ona eşlik eder gözyaşlarınız.
Burun delikleriniz, daha fazla şişirir ciğerlerinizi, patlatmak istercesine.
Elleriniz havayı sıkarken, ayaklarınız boşalıverir, isyan eder taşıyamaz bedeninizi.
Beyninizden geçen düşünceler yılların anılarını geri getirir, bölük pörçük.
Dil suskun,
kalp göğüs kafesinizi yumruklar.
Zaman dursun artık dersiniz,
zaman, dursun.
Ve durur sizin için, bulutların ardından akan güneş ışıkları.
Çöktüğünüz yerde,
duran nedir, suskunluğun ötesinde?
Dünya dönerken aynı hızla, durduğun yerde dönen sensin…
Döndüğün yerde duran, akış değil,
duyguların…
o da bir an, dünya saati ile,
bir an…
durduğunu sandığın zaman, umudun bittiği an.
Senin için biten,
Sevgiye duyulan,
başlangıcından sonsuza kadar bitmeyecek, özlem…
unutulmayacak tarifsiz o mis koku,
hiç silinmeyecek şefkatin sesi,
sıcacık kucak,
doldurulamayacak boşluk…
Zaman durdu senin için, zaman durdu…
Ama,
onarılamaz denen acı kanarken içinde, her doğan gün yeni umutlar getirir sana, sen farkında olmasanda…
Yenilenen dünya, yıkılan dünyanın üstünde var olurken her sabah,
yavaş yavaş kendine geleceksin, istemesende.
Hele birde bahar gelince dünyaya, tomurcuklanınca ağaçlar, can verince toprak,
İstemsizce de olsa güleceksin…
Katılacaksın kalabalığa, konuşacaksın.
Yeniden yürüyeceksin, doğan güneşe doğru…
Unutmasan da, uyacaksın çağrılara…
Ve bir gün, umutlar yine kaplayacak tüm varlığını.
O gün, duran zaman sanma ki akacak.
Akan başkasının zamanı olacak.
Sen ise, dünyanın misafiri anlayışını kavramış bir şekilde,zamanlar ötesi yaşamının ilk saniyelerine, zamana bağlı dünyada yeniden başlayacaksın…
Bir sonrakine kadar,
Yada bir sonraki sen olana kadar…
Gündüzün karanlığı ile gecenin seheri karıştı birbirine…
İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin, dün ile yarının, dost ile düşmanın, iş ile aşın birbirine karıştığı gibi…
Sevgi ile nefret gibi,
affetme ile kin gütme gibi,
çatık kaşın altında çakmak çakmak bakan göz ile gözbebeğinin içinde masum kalan nokta gibi,
her şeyin içinde saklı tezadı…
Düz çizginin yalpalayan hali, unutulan dünün hatırlanan yarını gibi,
sana bağlı her şey
sana
Ve yine sana…
senin bakışına, senin lafına, senin eline ve senin adımına.
Unutulmayan hatıraların bıraktığı anlamsız acıya, kine dönüşen hırsa,
Hesap soran gücün kudretine, sorulanın acizliğine bağlı, hakkaniyet…
Yazılı kurallar, yalpalayan insanlar.
Kuralı koyan hesabını soracak, bir gün mutlaka…
Bakışların karanlığı ile aydınlığın kararlılığı, kararınızdaki seçim hakkınızsa eğer,
karşılığı ödül veya ceza…
Ödül, kararınızın, sizde oluşturduğu duygunun nefis ile karşılığı,
Ceza ise, aynı şekilde kararınızın size yansıması gereken vicdani muhasebesi , aslında…
Ödül veya ceza burada hemen karşılık bulurken, eylemin gerçek karşılığı tezadı belki de…
Anlamsız değil mi, biriktirmek veya unutmamak dokunaklı lafları, kalp kıran tavırları, nefretin rengini, kötünün soğukluğunu, düşmanın silahlarını.
Anlamsız değil mi, bunlarla dolarak yaşamda ilerlemek,
ilerlerken, geleceğin aydınlanmasına çabalarken, karanlığa daha çok gömülmek…
Hayata anlam katan, tersi tepki vermek, sizden beklenen tavrın, tersine…
Bir zamanlar hor görülen delikanlının yirmi yıl sonra ki gücü ile verdiği karşılık, hor görenin yirmi yıl önceki hali değil mi?
Yani gündüzün karanlığı devam ediyor,
Kişilerin rolleri değişse de değişen gerçekte takvim yaprakları ile sahne aslında…
Bitmeyen hesaplaşmanın bitmeyen muhasebesi , bittiği gün gündüz aydınlanacak.
Ve bitecek yüzyıllar boyu devreden hesap gelecek nesillere…
Ben bu dünyanın sahibiyim, otunun, çiçeğinin, taşının, toprağının, dağının, denizinin sahibi…
Ben, geçmişin ve geleceğin şahidi…
Mutluluğun, acının, ihanetin, aldatılmışlığın, sevginin ve nefretin muhatabı…
Ben bastığım yerlerin, gördüğüm diyarların, aldığım nefesin Sorumlusu…
Yüzyılların yorgun savaşçısı.
Amaç ulvi, hedefi belli…
Her zaman kazandığını sanan, her yaptığı yanında kar kalan, beyni ile hareket eden, her zaman doğru düşünen, BEN,
sayılı günlerin patronu,
sahipsiz özgür varlık…
Bu koskoca görünümlü minicik gezegenin kaşifi
İşgal ettiği makamın sanal gücüyle kükreyen, aslanı…
Bilmezmisin ki senden tam 7 küsur milyar daha var…
Kaldır kafanı, gece gökyüzüne bak…
Sayamadığın kadar yıldızın,yerden kaynayan lavların, parçalanan toprakların anlamını her an unutulabilen,
nokta kadar bile etkisi olmayan,
Süper kahraman,
Sen bir hiçsin, düşündüğün anlamda…
Sen bir halifenin, sana söylenen manada…
Arın markalardan,sıyrıl bulunduğun konumdan,
Sen Havva’dan doğma Adem’den olma,
Bir aciz kulsun aslında…
Gelecek yaşamını zorlaştırma.
Günümüzde, yaşam süresince verilen görevleri küçümseyip, hayale kapılma…
Sen yaratan değilsin, yaratıldığını unutma…
Haddini bil,
senin kardeşlerinden üstün tek yanın, ahlakın unutma…
Unuttuğun an kaybedeceksin, şaşırma
Yalnızca öbür tarafta değil
Bugünden itibaren dünyada…
Zamana tanıklık etmek, seyahat ederken gördüğünüz denizin, kıyıyla buluşurken çıkardığı köpüklere,
veya güneşin ufuk çizgisindeki batışına,
baharda çiçek açan Aşağıdere’deki meyve ağaçlarının doğanın yeşili içerisindeki tablomsu görüntüsüne,
yada
Gazete küpürlerinde yer alan, geçmiş günkü manşet haberlere ait fotoğraflara,
tanıklık etmek değildir…
Zamanın mekanla buluştuğu anda, bulunduğunuz noktada, gözlerinizin gördüğü, beyninizin sorumlu olduğu, kalbinizin takip ettiği, elleriniz ve ayaklarınızın görevli olduğu durumdur,
Tanıklık ettiğiniz…
Yani öncelik yaşadığınız sokağın macerasında, o sokağın sakinlerinde, sakinlerin mazlumlarında gençlerinin takip ettiği yolda, yaşlıların bastona dayanan buruşmuş ellerinde,yol gözleyen yavruların bakışlarında ,aç yatan midelerin gurultularında,düşünceli yatan beyinlerin hafızalarında,kavgalıların barışında,dostların sohbetinde…
Tanıklığınızın resmi, ilk sokağınızda saklı,
sonrası caddenizde, mahallenizde…
Mahalle sakinlerinin sureti, ruhu, düşüncesi, sizinkinden farklı ise tanıklığınız kendinize…
Ait olduğunuz mekanın ortak üretilmiş hafızasına yabancı kalmak…
Yaşadığınız şehrin üzerine yansıyanları görebiliyormusunuz, yoksa içinde yüzen binlercesi gibi
şehrin içinden değil,ülkenin bütününden hatta dünyanın genelinden yansıyanlara mı tanıklık ediyorsunuz?
Adapazarında, Libyayamı, yoksa Mısıramı, belkide Tunusa şahitlik ediyorsunuz?
Hiç görmediğiniz ülkelerin telaffuzunda bile zorlandığınız şehirlerinin zamandaki tanığı
olmak…
Bununla beraber yaşadığınızı söylediğiniz şehrin zamandaki tanıklığını boşlamak…
Bu çelişkiden de öte sorumluluk ve görevin yerine getirilmemesi…
Bu ayak bastığınız toprağın bilinmezliği sizin için,
bilinmezliğin sonucu sahipsizlik…
Sahip olmadığınız mekanın kullanıcısı olmanız gelir geçer bir süreç.
Sahibi olmayanın tanığı olabilir mi?
Böyle bir ortamda sahip olduğunuzu düşündüğünüz ailenizin gelişim süreci bile sizin kontrolünüzün dışında gelişir.
Öyleyse önce sahip olun, sokağınızdan başlayarak şehrinize…
Sonra zamanda tanıklık edin yaptıklarınıza ve yapılanlara…
Anlaşmak ne zordur aynı dili konuşmuyorsanız,
hele birde memleket yabancıysa size,
kala kalırsınız bir başınıza sokak ortasında…
Çabalar anlaşmak içindir, akan kalabalıkla,
çevrenizdekilerle iletişim kurmaya mecbursunuz,
Konuşmadan yaşanmaz ki…
etrafınızı tanımak zorundasınız, korkularınızı yenmek için…
Bir kelimeyi paylaşmak, bir cümleyi anlatmak,
uzun sürse de, zaman alsa da, başarmak,
topluma karışmak demektir,
Sokaklarda dolaşırken kazımak beynine her detayı ,
Pencere sövelerindeki kabartmaları, dökük sıvalı ,beyaza boyanmış geçici barınağımı…
Anlatmak, anlamaya çalışmak,tanımak…
Unutmak yalnızlığını,
her geçen gün birkaç kelime,
her geçen zaman ilave birkaç adım…
Yabancısın buralarda katılmak lazım.
Ya onlar gibi olacaksın,yada yalnız kalacaksın.
Bu dar çerçevedeki seçenek, tercih değil, aslında zorunluluk.
Yabancısın, hoş görmek lazım,
İçinde kışı yaşarken geç gelen baharı neşeyle ,karşılamak lazım ,
Dilini öğrenmek, senden farklı örf ve adetleri de kabul etmek…
Zor olsa da yapmak lazım ,
tartmak, karşındakileri gözlemek,
tek tük kelimelere basit cümleleri eklemek ,
olmadı el kol, kaş gözle çözüm üretmek…
Yabancısın buralarda, alttan almak gerek …
Şükretmek lazım, ya toprağımızda yabancı kalsaydık ,
ne yapardık ,düşünmek lazım…
Aynı dili konuşurken anlaşamamak,
aynı şehirde yaşarken, yabancılaşmak doğduğun sokağa ,
köşedeki dükkana ,meydandaki saate, pasajdaki berbere ,lokantadaki yemeklere…
Düşünsenize aynı dili konuşurken anlaşamamayı,
aynı kelimeler dökülürken dilinden,boş gözlerle bakmak karşındakine,
aynı mekanda sığıntı gibi çöküvermek cam kenarına…
Ne kadar zor olurdu sana bu kadar benzeyen ,
aynı düşündüğünü düşündüğün insanlarla ,
zaman içerisinde yabancılaşmak ,
hatta tanıyamamak ,hatta konuşamamak, selamlaşamamak ,
biftek yerine steak demek
salça yerine sos demek ,
kahve yerine irishcream demek…
Zordur zor, memleketinde ,YABANCILAŞMAK…
Şükretmek lazım…
Karşınızdaki yabancıyla, anlaşmaya, çabalamak lazım…
Nezaket, geçmişte olmazsa olmaz, günümüzde ise yok olmaya yüz tutmuş, artık sık rastlanmayan insani bir özellik olarak tanımlanabilir.
Toplumun yapı taşının çekirdeği ve onun devamının garantisi olarak ta kabul edebileceğimiz, nezaket sevgi ve saygı içerikli bir yaklaşım tarzıdır.
Korktuğumuzda, yalnızlık duyduğumuzda ya da çaresiz kaldığımızda,
Huzuruna sığındığımız,
Bize adaleti ve iyiliği emrederken, insan olmanın en belirleyici özelliği olarakta nezaketi vurgulamaktadır. Nezaket birleştirici, paylaşımcı, kişisel ve toplumsal yol açıcıdır.
Eğer,
Hedef, bu dünyada ,
Mutlu olmaksa,
Hedef elde edilen mutluluğu paylaşmak büyütmekse,
Hedef baktığını kendin olarak görebilmek, gördüğüne kalbini açıp, başını eğebilmekse,
Yani hedef, acıları azaltmak,
Kendin için istediğini tanımadığın içinde talep etmek ve bunun için çabalamaksa,
Dünyanın, iki göz kendine ait evden ve içindekilerden ibaret olmadığını kabul edip, aileni genişletebilmekse,
Talep ettiğini elde ettiğinde, istenilen makamın bunu emanet olarak verdiğini bilerek hareket edebilmekse,
Büyük küçük demeyin, nezaketi elden bırakmayın…
En küçük kalp kırma, tavır ve davranışlardaki insaniyet ölçüsünden uzaklaşma,
İlerde yalnızlık,
İlerde mutsuzluk,
İleride huzursuzluk demektir,
En son noktada ise pişmanlığın hiçbir şey ifade etmediği, yüzleşme arenası, sizi beklemektedir…
Kendinle, dilinle, gözünle yani bütün uzuvlarınla hesaplaşma…
Küçük şeyler büyüklerin tohumlarıdır unutmayın…
En küçük nezaketsizliğin ileride büyükleri karşımıza getirebileceğini bilerek aynayı yüzünüzden hiç eksik etmeyin,
Yoksa ,
Hayatın yansıması ergeç bulur sizi…
Önce yaşamak lazım nezaketi,
Enince ayrıntısına kadar,
Sonra yaşatmak…
Toplumun en büyük sorunu, ne işsizlik, ne küresel kriz, nede o, bu, şu…
En büyük sorunumuz,
Nezaketsizlik…
Sonuç olarak,
Aşığım diyen sevgilisi için canını vermeye hazırdır.
Öyleyse ölmeyi göze alabilen insanoğlunun sevgilisinin yolunda yürümesini de bilmesi gerekir.
Hayat mücadelesi verdiğimiz süreç, maddi olarak devam ederken, yaşam enerjisi sağlayan kaynaklarımızın çeşitliliği ve sürekliliği, bu mücadelenin renklerini ve gücünü belirler.
Dünya telaşı savaşımızı ve hayata bakışımızı belirleyen bu enerji kaynaklarımız bize güç verirken, bir başka bakarız , bir başka tutunuruz hayata…
Bunlar kimimize göre çocuğumuz, kimimize göre eşimiz veya ana babalarımız…
Beklide, malımız, mülkümüz…
O veya onlar için yapamayacağımız hiçbir şey yoktur.
Dağları devirir ateşe gireriz, yüzme bilmesek de denize dalarız,
Kısacası, önümüzde hiçbir şey duramaz…
O veya onlar öyle enerji verirler ki, güneş dünyayı öyle ısıtamaz…
Peki, gerçek yaşam kaynağı bunların haricinde olamaz mı?
Doğru ile yanlışı ayrıt etme görevi verilmiş insanoğlu için gereken yaşam enerjisi kendisi gibi bir canlı veya kendi ürettiği bir mal olabilir mi?
Yada dünyaya ait şeyler, bizim için gerekli yaşam kaynağı olarak tanımlanabilir mi?
Okumaya çalıştığımız dünya ötesi var oluş emri, yaşamın kaynağı iken, rüya alemi olarak kabul edebileceğimiz bugünkü misafirhanemize bu kadar bağlanıp, ondan güç sağlamaya çalışmak doğrumu?
Aslında, Ondan kaynaklanan, onun verdiği, bizi mutlu eden her nimet, şükrün kaynağı olabilir,kendisi değil…
Şöyle düşünün, sonsuz güç, bize yeryüzünde kendimize ait bir dünya kurma imkanı vermiş…
Ve herkese özel, yaşama tutunma kaynağı…
Ama bu yaşamın nedeni değil, yalnızca yaşamın aracı…
Bunun tersi, bir süre sonra hayatın anlamını yitirmesi,
yaşama küsme nedeni…
Bakın çevrenize, onun için yaşadığını, onun için nefes aldığını söyleyen sayısız insan göreceksiniz…
Onun için denilen; dünya nimetleri, çoluk çocuk, para, mal veya mülk…
Bunlar varsa, dünya cennet…
yoksa, yaşamın anlamı yok…
Oysa, her verilen şey, bizim için ona ulaşma sebebi…
Güneş varken soba,
Engin deryalar varken havuz,
Orman varken saksıdaki çiçek,
Anlam varken anlamsızlık,
Sonsuzluk varken bir an,
Yaşamın pınarı olamaz…
Olsa olsa ona akan su olur,
Ona ulaşan yol olur…
Bir an için sessiz kalmak ve dinlemek şehri,
Dinlerken huzur veren sessizliği,
bilin ki huzur, sessizliğinde, şehrin kendisinde değil…
Huzur kentin kör sabahında, ilerleyen vakitte etrafındaki dağlarda…
Kış vakti, Sapanca’nın kuzey kıyısında…
Dinlemek bulvardan geçen araba sesini, ya da rüzgarda salınan ulu çınarın yaprak hışırtısını,
Sabahın erken saatinde dükkanını açan esnafın gürültüsünü,
Hızlı hızlı yürüyen öğrencilerin kahkahalarına karışan, simitçinin anlamsız bağırışını,
Durun ve dinleyin…
İstanbul treninin istasyona yaklaşırken geldim değişini,
İşe giderken uğranan pastanedeki telaşın sesini,
Çöp kamyonlarının gürültüsüne eşlik eden ayak seslerini,
Sınav telaşı, iş telaşı, hastane telaşı, kaçma telaşı, koşma telaşı, yetişme veya yetiştirme telaşı…
Her biri önce ses sonra hareket olarak şehre akarken, artan gürültüyle beraber renkler basar sokakları….
Renk renk kıyafet, renk renk insan demek.
Her birinin rengi sokaklara bulaşır gezdikçe,
Her birinin rengi derdini yansıtır…
Bastıkça toprağa, yola, kaldırıma,
Dertler karartır, dertler siyaha boyar kenti…
Neşenin rengi ise silmeye yetmez kaldırımdaki izi…
Üstü kara, derdi kara yürür insan asfaltın siyahında…
Rengin güzeli dikilen çiçeğin rengi değil, ağacın yeşili, bordürün sarısı veya binanın rengi hiç değil…
Rengin güzeli insanın yüzündeki tebessümde,
Tebessümün rengi,
şehrin aydınlığı, şehrin güneşi…
Tebessümü eksik şehir, karanlığın esiri…
Boşuna kaplamayın sokakları renkli parkelerle, boşuna emek vermeyin havuz kenarındaki çiçeklere…
Evden çıkan karanlıkları şehrin makyajı aydınlatamaz…
Evden çıkan renktir şehrin rengi…
Dinleyin şehri,
sabahın kör karanlığında, huzur veren sessizliğini…
Yoksa, yavaş yavaş aydınlık yükselirken doğudan, evlerden akan renk bulayacak ufku siyaha..
Evdeki huzur, şehrin huzurudur,
Evdeki renk, şehrin rengidir…
Ne zamanki barınaklarımız şenlenir ve renklenir,
Şehirde bahar dalları açar…
Bilesiniz…
İnsan yaşam denilen tanımlanmış süreçte, çevresindeki canlı cansız her şeyi tanımaya, anlamaya çalışır.
Rengini, şeklini, büyüklüğünü, bulunduğu konuma uygun olup olmadığını, yararını veya zararını anlamaya çalıştığı cansız objelerin, ruhunu bile keşfetmeye odaklı insanoğlu ilişki içersinde bulunduğu diğer canlıların, mesela hayvanların, süt verenine, kapısını kollayanına, soba kenarında yatanına, havada uçanına, duvarda sıçrayanına isim takar, çocuğu yerine bile koyar. Onlarla bakışlarıyla konuşur, dokunarak anlaşır…
Tanıdığı ya da yolda bir an için de olsa gördüğü insanları ise saç ve göz renginden boyuna,
kıyafetinden kişiliğine, oturduğu evden çalıştığı işyerine, çoluğundan çocuğuna kadar tanımaya çalışır.
Tanımlayamadığı konularda ise fikir yürütür, dedikodu üretir…
Bir düşünün, çocuğunuzu veya eşinizi tanımlayın diye sorulsa verebileceğiniz detayları…
Arkadaşınızı, komşunuzu, uzaktan akrabanızı…
Ülkeyi yönetenlerin karakterini…
Belediye başkanınızın hayat hikayesini…
Amcanızın inadını, teyzenizin böreğini…
Peki, birde kendinizi tanımlayın desem?
Klasik birkaç cümle hariç gerçekçi bir anlatım yapabilir misiniz?
Kendinizi okudunuz mu hiç?
Doğumunuzdan bugüne, kaç yaşında olursanız olun ulaşılacak hedefler koydunuz mu hiç?
Aynaya baktığınızda içinizle barışık gülümsediniz mi hiç?
Hayata dair amaçlarınızı ya da hayatın anlamını, komşunuzun yeni mobilyalarını düşünmeye ayırdığınız zaman kadar vakit ayırıp düşündünüz mü hiç?
Hayattaki başarılarınızı, çocukluğunuzdan bugüne, en küçüğünden en büyüğüne etüd ettiniz mi? Bunlarla mutlu olup daha büyüklerini hedeflediniz mi?
Kendi karakterinizi, içsel dış görünümünüzü, başkalarını irdelediğiniz gibi, didik didik ettiniz mi? Siz size göre nasıl birisisiniz tarttınız mı?
Musalla taşında yatan bugünün fanisinin arkasından, nasıl biridir diye sorulduğunda, gerçekçi olmasa da verdiğiniz yanıtı, ölmeden kendiniz için sorup cevabını verdiniz mi?
Siz ölseniz, ne söylenir arkanızdan hiç düşündünüz mü?
Yaşam denen hızlı tren sizin kontrolünüzde mi?
Siz kimsiniz?
Korkak mısınız cesur musunuz?
İyimser misiniz kötümser misiniz?
Günübirlik mi yaşarsınız idealleriniz için savaşır mısınız?
Kısa vadeli planlar mı yaparsınız uzun vadeli koşular mı düşlersiniz?
Duygusal mısınız mantıklı mı?
Kararsız rüzgar gibi misiniz sert esen poyraz gibi mi?
Size ne moral verir? Sizi ne motive eder?
Siz neyi en iyi yaparsınız?
Hayatta neler yapmak isterdiniz, neler yapabildiniz?
Siz kimsiniz?
Siz kendinizi ne kadar tanıyorsunuz?
Tanımadığımızdan uzak duran bizler, kendimize ne kadar yakınız?
Bilmediğimizden korkup çekinen bizler, kendimize ne kadar dostuz?
Bunlara cevap vermek için yaş sınırı yok. 90 yaşında ki Süleyman amcada, 10 yaşındaki Açelya’da cevap vermeli?
Vermeli ki kalan zaman doğru aksın…
Siz kendinize vakit ayırın.
Siz kendinizi okuyun…
Gökyüzünün simsiyah yüzüne eşlik eden gecenin ayazında, sokaklarda yapayalnız kalmak…
Sığınacak bir kapı önü ararken, arkanı kollamak…
Gazete altında ısınmaya çalışırken, en ufak gürültüde yüreğinin ağzına gelmesi,
korkmak, yapayalnız koşarken ıssızlığa, rüzgarın sesinden bile ürkerek, karışmak yalnızlığın çaresizliğine…
Çocuk yüzünde beliren olgunluk çizgilerinin, terle kirlenmiş titreyişine,
gözlerin umutsuz bakışları da eklenince,
dudaklar iyice büzüşür…
Kulaklar donmak üzere,
burun delikleri hızla inip kalksa da, soğuk ısıtamaz ki o küçücük bedeni…
Çaresizlik değil aslında, kimsesizlik bu…
Kimsesizlik,
sahipsizlik belki de…
Ana kucağı, baba şefkati nedir bilmeden,
daha yedisinde bile yokken,
sokakların bilinmezliğinde,
tanımaya çalışmak yaşam mücadelesini…
Gündüzün derdi daha fazla,
Görmek, dokunamasa da ana eline…
Dökülen gözyaşları kirle bulanarak akarken kalbine,
belki de en zoru olsa gerek,
kimse görmeden seni, herkesi görmek kalabalığın tam ortasında…
Birde kimim ben derken,
neden ben sorusu eklenirse o küçük beyne,
tabiî ki karışır, tabiî ki anlamsızlaşır, hayat denen o kısa zaman,
dünden başlayıp bugüne ulaşan 2555 günlük kimsesizlik…
Korku keskinleşirken, cesaret, hırçınlık ve acımasızlık insani boyutların üstüne geçer…
Her gün korku, her gün çaresizlik, kemikleşen acımasızlığın yapıtaşları olur…
O çocuksu gözlerdeki kaygı, zamanla donuklaşır.
O masum bakış, o sevgiyi arayan gözler, zamanla minik nasırlı ellerin saldıracağı avlara odaklanır.
Gündüz tanımadığı kalabalıklar,
gece korktuğu sokaklar,
artık ondan korkar hale gelir…
Tiner ile bali eşlik etmeye başlar, cesareti arttırmaya veya korkuyu söndürmeye…
Bunlar yaşamın kenarında değil göbeğinde yaşananlar.
Bir iki değil sayılamaz sayıda canlar…
Gazete kupürü haline gelince, fark ettiğimiz ve korktuğumuz çocuklarımız bunlar…
Devletin bir şeyler yapsın diye beklediğimiz, bizim geleceğimiz, bizim çocuklarımız…
O korku dolu gözlere, acımasızlık yerleşmeden sahip çıkıp, ana baba sevgisi ile bağrımıza basmamız gereken emanetlerdir onlar…
Kendi çocuklarımıza gösterdiğimiz sabır ve sevginin küçük bir parçası ile hayatlarının akışını değiştirebileceğimiz, bizim Ayşelerimiz, bizim Ahmetlerimiz, bizim isimsizlerimiz onlar…
Hesap vereceğimiz, bizden olmasa da bizim çocuklarımız onlar…
Hiç suçları yokken,
ötelenmişliğin acısı ile suçlu damgası vurulan, bizim günahlarımızın mahkumları onlar…
Vicdani rahatlığı para ile sağlanan, manevi desteği yok sayılan,
kalplerimizle değil, ceplerimizle sahip çıkmaya alıştığımız,
sevgiye hasret bizim çocuklarımız onlar…
Bakarken acımayın onlara, acınacak bizleriz aslında…
Bakarken korkmayın, korkulacak bizim vicdanımız aslında…
Bakarak sahip çıkılmaz onlara,
korkarken basmak lazım bağrımıza,
o masum,
o kaygı dolu gözleri…
Kanatlarımızın altında sevgi ile yoğurarak,
katmak lazım hayatımıza…
Unutmamak lazım,
Onlar,
bizim çocuklarımız…
Tarih boyunca insan çevresini gözlemleyerek, edindiği bilgileri yorumlayarak, yaşadığı çevresini tanımlamıştır. Oluşturduğu sistematik bilgi birikimi ile de yeni çevreler inşa etmiştir.
Siyasi ve ekonomik yapı ile teknolojik gelişme üçlüsündeki olumlu veya olumsuz değişmeler ise toplumun sosyolojik ve kültürel değerleri üzerinde de aynı etkileri yansıtmıştır. Toplumdaki bu birikimler yaşadığımız kentlerin fiziksel gerçekleşmesinin de kaynağını oluşturmuştur. Bu nedenle de kültürel ve çevresel değerlerini dışardan ithal eden toplumlarda ekonomik sıkıntılarında uzun bir süreci kapsamışsa, o toplumda, değil kentsel mekanlarda estetik kalite beklemek, sağlıklı bir fiziksel çevrenin ortaya çıkmasını beklemek bile, gerçekçi bir beklenti olamaz.
Bugün kent merkezlerimiz, mekansal ve mimari yapılarıyla, peyzaj öğeleriyle, birbirleriyle yarışacak derecede çirkinlik sergilemektedirler. Sanki yapılan yeni binalar doğadan, kentin geçmişinden ve çevresinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar modern ve kabul edilebilirmiş gibi bir tasarım mantığı oluşturulmuştur. Dışarıdan ülkemize taşınan kentsel ve mimari modeller toplumumuzun yapısı ile bütünleştirilememiştir. Bir apartman sevdası, bir çıkmaz sokak düşmanlığı, bir çağdaş konfor telaşı uzun süreli bir toplumsal değişim süreci ile değil olmazsa olmaz kabulü ile topluma sunulmuştur.
Sonuçta insanların farklı şekilde yorumladığı bu değişimler ile kentlerimiz bugüne kadar eğrilip büğrülüp gelişigüzel bir şekilde oluşmuş ve şehirlerimiz kentleşememiştir. Teknolojiye uyum sağlayamayan ulaşım sistemimiz, gittikçe yok olan yeşil alanlarımız, hiç gerçekleşmeyen yaya yollarımız, kaderi ile baş başa bıraktığımız kültürümüzün sessiz ifadesi tarihi eserlerimiz, zevksizlik abidesi cephelere sahip bize yabancı apartmanlarımız, yaşadığımız ama farkına varmadığımız kaos ortamının yalnızca birkaç girdisi…
Son on yılda toplu konut uygulamalarında ki ciddi hamleler, kentlerimizde oluşan bu olumsuzluklara yerleşim anlamında çözüm olmuştur. Daha sağlıklı, sosyal donatıları yeterli, yaşanabilir kent parçacıkları hatta kentler kurulmuştur. Artık gecekondu kavramı geçmişte kalmış, şehirleşme literatüründe çöküntü alanlarının yenilenmesi olarak da adlandırılabilecek kentsel dönüşüm tanımı ortaya konulmuştur.
Bütün bu gelişmeler bize artık mimari estetiğin ve geçmişte kalan toplumsal yaşam değerlerimizin de göz önüne alınma vaktinin geldiğini göstermektedir.
Planlama ve plan sonrası mimari çözümlemelerde, çevreye duyarlılığın yanında biçim duyarlılığı olarak da isimlendirebileceğimiz kent estetiğini de dikkate alacak çözümler üretilmelidir. Bu konuda Toplu Konut İdaresi ve belediyelerin konut üretirken artık değişim vaktinin geldiğinin bilinciyle hareket edip iç mekanlar kadar kentlinin ortak paydası olan dış cephelere de müdahale etmeleri gerekmektedir.
Bugün, çevremizi, geçmişimizin mirası olan, yer yer yok olsa da, kültürel, tarihsel ve sosyal değerlerle uyumlu, ayrıca sağlıklı, estetik ve anlamlı kılacak yeni tasarım kriterleri ışığında biçimlendirmek ve zenginleştirmek yükümlülüğünü taşıyoruz. Bunun bilinciyle hareket etmek kentlerimizi daha yaşanabilir ve mutlu kılacaktır.
İnsanlar hariç, dünyadaki yaratılmış canlılar genellikle benzer özellikler gösterir.
Mesela kedi ve kedigiller ailesinden diğer hayvanların avlanma pozisyonları;
Ön ayaklarını yay gibi yere basışları, kuyruklarını arka ayaklarının arasına kıstırıp olağan üstü sessizlikle yere yapışıp sürünüşleri…
Koşmaları, yalanmaları, yavrularını taşıma şekilleri…
Barınma koşulları, kavgaları,
Ve en önemlisi hisleri…
Bir aslanı diğerinden davranışsal olarak ayrıt edemezsiniz…
Ama insan değince her biri ayrı bir karakter,her biri ayrı bir dünya…
Çocuklar, kardeş olsa da farklı…
Büyükler,
Rengi aynı olsa da farklı bakan gözler…
Her biri beş adette olsa farklı kullanılan eller…
Kıvrımları aynı olsa da hücrelerin farklı etkileşimleriyle ayrı çalışan beyinler…
Konuşmaya yarayan aynı diller, farklı söylemler…
Aynı ritimle çarpan ama farklı beslenen ve besleyen kalpler…
Aynı düzleme basan ama farklı yürüyen ayaklar…
Dünyadaki milyarlarca insan, milyarlarca farklı dünya aslında.
Her biri fark edilme peşinde, her biri kabul görme savaşında.
Beş yaşında ki çocuk bile farkındalığının farkında.
Beni ben olarak görün, ben siz değilim tavrını net koyan bir anlayışta…
Yap denilmesini o küçük gözlerini çatarak reddeden bir büyük karakter edasında…
Sen ne düşünüyorsun diye sorulduğunda cevabı hazır olan bir birey havasında…
İnsan ne ister?
En başta anlaşılmak değil istediği,
İnsan önce kabul edilmek ister,
İnsan yerine konulmak ister,
Sonra,
Dinlenmek ister, anlatmak ister.
Onun ayrı bir dünya olduğunun bilinmesini ister.
Ve yaşı, cinsiyeti veya mevki ne olursa olsun her insan değerli olduğunu hissettirmek ve hissetmek ister.
Karşı tarafça fark edilmek ve değerli olduğunun dikkate alındığını görmek ister…
İnsanların benzerde olsa ayrı bir bedeni, farklı aklı ve duyguları var…
Olayları kendince yorumlama yeteneği var…
Eğitimleri ne olursa olsun kendince bir fikri var…
Her insanın kendi içinde kendince yaşadığı bir dünyası var.
Yapmamız gereken saygı duymak farklı dünyalara, onları tanımaya çalışmak, onların anlattığı kadarıyla…
Ve hissettirmek insan olmanın değerini birbirimize…
Güler yüzlü ve sabırlı olmak,
Her insan aslında çok değerli bir insan kabulüyle…
Nefret, kardeşi sevginin eksikliğinden doğar.
Sevgi hamuruyla yoğrulmayan, nefretin çocuğu olur.
Doğum ile yeşeren sevginin kokusunu, annesinin kollarında yaşayan insanoğlu hayatının ileri aşamalarında nefretle tanışır,
yaşamın temeli sevgi üstüne kurulmuşken, kıyamete kadar sürecek içsel savaşın diğer kahramanı nefretle…
Bireyselciliği, olumsuzluğu, cahilliği temsil eden nefret…
Öyle ki onunla öğrenilen, korku, kuşku ve yalnızlık,
Kötülük ve kontrolsüz hırsla kaplı bencillik…
öğreten ise en büyük düşman nefis…
Bazen toplulukla birlikte hareket etse de, bu çıkarlar bir olduğu için süreli ve mecburi birliktelik…
Varolan yalnızlıktık nefrette,
içinde biriken zalimlik büyürken, onun esiri olan ruhlar daralsa da, mayanın hamuru kabarmaya devam eder…
Nefret toplumun ayrıştırıcısı,
olumsuzlukların güleryüzlü servis elemanıdır.
Onun esiri olanlar, sahip oldukları dört duvarın haricinde, sokakların beyefendi görünüşlü serserileri,
yaşadıkları kentin yabancılarıdır…
Onlar parçası oldukları mekanın paydaşı değildirler,
çünkü paylaşmayı bilmezler…
Onlar yaşadıkları kentin sakini değildirler,
çünkü olumlu katkı sağlamayı bilmezler…
Onlar nefretle hareket ederler…
Nefretle hayata bakış, kandırmaca da olsa, sevgi temelli görünebilir. Oysaki kandırılan insanın kendisidir, kendi tarafından…
Hızla yanan mum gibi insanı eriten nefret beklide hayat için kolay olan yaklaşımdır.
Kendinden başkasını yok varsayarak , maddi çıkarların peşinde,toplumsal yaşamdan kopuk,
ilişkisiz bir çizgide devam eden yaşam,
dünyevi birikimleri arttırırken manevi yok oluşu da hızlandırır.
Mutsuz çoğunluk, mutsuz şehir, umutsuz gelecek…
Sert ve itici yaklaşım da diyebileceğimiz nefretin kardeşi sevgi ise, meşakkatli ve özverili bir süreci temsil eder.
Umut sevgi ile vardır.
Yumuşak , kavrayıcı ve bütüncül tavrın simgesi sevgi, dikenlerinden arınmış gül bahçesi gibidir.
İnsanların büyük İDEALE ulaşmasının başlangıcı da, akış sürecide SEVGİDEN geçer…
Dolayısıyla NEFRETİN esiri olacağınıza,
SEVGİNİN kölesi olun…
Cennet ayağının altında uzanan toprağın, nazlı nazlı esen rüzgar ile salınan suyla buluştuğu yerde mi?
Yoksa iki göz odadan oluşan, içinde gözlerinin içi gülen geleceğimiz ve yol arkadaşımızın olduğu, sevginin ısıttığı evde mi?
Okudukça sizi değiştiren, ülkeler kıtalar aşırtan, yıldızlarla tanıştıran, kapağının içinde sayısız dünya barındıran kitaplarda mı?
İçimiz sızlarken, midemize kramplar girerken, geçmişin bittiği anda geleceğe bakabilmekte mi?
Kendimizden vazgeçtiğimiz, tanıdık tanımadık herkese yetmeye çalıştığımız, zorlandıkça horlandığımız çevremizde mi?
Cennet, yerin yüzlerce metre altında ki daracık tünellerde koşuşturan işçilerin emeğinde mi?
Cennet, dünyada sınırsız elde edebilme gücünün yaşanabilme olasılığında mı?
Yoksa, cennet;
Sıratın ötesinde, tarifsiz sonsuzluğun, mümkün olmayan ödülü mü?
Cennet beklenen mi?
Cennet korkunun bedeli mi?
Yoksa, karşılıksız sevginin ödülü mü?
Cennet,
bedende ruhla başlayan olgunlaşma sürecinin dünyada da karşılığını bulduğu, mekandan bağımsız, tanımlara sığmayan, başlangıçta içsel huzur,
devamında, bilinmeyen kısmının bilinenden fazla olduğu, kutsal kitaplarda yazan, ölüm ötesi, varlıkla yokluğun olumlu hali mi?
Cennet beklide,
çocukluğumun saflığı,o günlerin havası suyu, arkadaşım İsmetin yüzü, Yıldırayın topu, bahçedeki erik ağacı, duvarımızdaki sıva çatlağı, gençliğimin ilk aşkı, okuldaki sınıfın kokusu, öğretmenimin tebeşirli elleri…
Cennet,
Martıların çığlıklarına karışan gündüzün geceyle buluşma anı,
vapurun keskin sesinde kaybolan kalp atışları…
Cennet aslında geçmişimde başlayan hatıralarım, devam eden hayatım…
Dün, bugün, yarın…
Cennet devam eden maceram, sonsuzluğa uzanan defterim…
Cennet benim, cehennemimle birlikte…
Cennet cehennem an be an içimde yaşayan,
kah bir gülücük, kah sert bir bakış…
Cennet benim bazen cehennemsiz,
Cehennem hep içimde cennet özlemim,
Dünyada ve ondan sonrasında…
Kendimi bildiğim günden beri yaşadıklarım sevinç ve hüzünle dolu.
Hatırladıklarım neler dediğimde ise, yapamadıklarım aklımın her köşesini işgal ediyor ve üzüntü kaplıyor bedenimi.
Acaba bu durum yaratılmış bir canlı için doğru bir süreç mi yoksa tatminsizliğin ötesinde bir isyan mı?
Çevremize baktığımızda ise insan hariç, dünyadaki tüm yaratılmışlar dağ, taş, deniz, ağaç, çiçek, böcek görev tanımlarının dışında hareket etmiyorlar.
Ağaçlar mesela, yaprak dökerken de, çiçeklere bezenirlerken de kuşların eşliğinde görevlerini neşeyle gerçekleştiriyorlar.
Gökyüzündeki yıldızlar denizin altındaki mercanlar günleri bitene kadar yılmadan, isyan etmeden tanımlanmış işlerini eksiksiz yerine getiriyorlar.
Bununla beraber insan dışında hiçbir canlı başkası olma çabası içersinde değil.
Hiçbir ayva ağacı elma vermeye çalışmıyor,
Yada hiçbir kedi kendini fil olarak tanımlamıyor…
Siz hiç papatya olmaya çalışan menekşe gördünüz mü?
Ayrıca insan hariç bütün canlılar çalışırken mutlu,
Balıklar içinde bulunduğu deryada ağa takılsa da mutlu…
Aslanlar yaratıldığı mekandan, verilen görevden mutlu…
Dağın kayan yamacında kalan çam ağacı nerede bulunduğuna değil, ne yapması gerektiğine odaklı…
Hala yeşil kalma çabasında, hala dik durma telaşında …
Bir an sonra yok olabileceği değil o anda yapması gereken görevi ön planda…
Ve tabiî ki mutlu…
İnsan dışında hiçbir canlı görevini mutsuzlukla yapmıyor…
Beklide mutluluk ve mutluluk ötesi ödüllendirilme yaptığımız işin içinde saklı…
Yapamadıklarımız bizi mutsuz ediyorsa,
Beklide mutsuzluk ve üzüntü layıkıyla yapamadığımız işimizin içinde tanımlı…
Bizim için tanımlanmış görevler neşe ve mutluluk kaynağımız olmalı aslında…
Mutsuzluk kaynağı elma olmaya özenmek,
Mutluluk menekşe olmayı kabullenmek olamaz mı?
Biz adem oğlu ve Havva kızı olarak tanımlandık,
Ve hayatımız hızla akıp giderken üzüntülü gözlerle geçmişimize ve geleceğimize seyirci kalamayız…
Her şeyi isteyebiliriz, her şeyi elde etmek için çabalayabiliriz.
Bunun için çalışmak,yorulmak ve talep etmek hakkımız
ama insan olmaktan ödün vermeden…
Bize tanımlanan görev insan olmak
Hizmet şekli kişiye özel…
Bundan taviz vermek kişisel çıkarların peşinden koşmak…
Buda özde mutsuzluğun kaynağı…
Hayat akıp giderken değiştirdiğiniz yada daha sonra kullanmak amacıyla içinizde sakladığınız kaç çeşit maskeniz var?
Güne başlarken takılan ilk maskeyle,başlayalım isterseniz; biz buna “EŞ” maskesi diyoruz
Çocuklar uyandıktan sonra takılan ise; BABA veya ANNE maskesi ki onlarla iletişimi sağlayan en önemli aracımız. Bu maskeyle dolaşırken eşiniz seslendiğinde EŞ maskenizi takmadan cevap verirseniz kıyamet kopabilir.
Evden çıkarken KOMŞULUK maskemizi takarak merdivenlerden inelim, karşılaştığımız apartman sakinlerini selamlarken lazım olacak.
Durakta beklediğimiz otobüs gelmeden SORUMLU VATANDAŞ maskemizi çantamızdan çıkartalım, eleştirme vaktimiz geldi…
İşyerimize varmadan gazete bayiine uğrayıp,İDEOLOJİK maskemiz yüzümüzde gazetemizi alalım. Koltuk altı maske destekçimizle ulaştığımız işyerimizde mesai saati başlamadan görevimize uygun GÜNLÜK maskemizi yüzümüze iliştirelim.
Gün içersinde maskemizi hızlı değiştirmemiz gerekecek ARKADAŞ maskesi,AMİR maskesi,
MEMUR maskesi, DOST maskesi…
Öğlen yemekte iş konuşacağız en BİLGİÇ maskemiz hazır mı?
Yolda, eve dönerken mağazalara bakacağız, ALIŞVERİŞ CANAVARI maskemiz yanımızda olmalı…
Mazeretsiz gün olmaz, bitmeyen istemleriniz için MASUM YÜZ maskemizi kullanma vaktidir…
Yalanlar için başka bir maske, ziyaretler için başka,
Bağırmak için başka, söylenmek için başka,
Bankada başka, devlet dairesinde başka….
Sonsuz MASKELER, sonsuz KİŞİLİKLER
BİR ANDA, BİR BEDENDE…
Ve her bedende şekillenen binlerce maske ardında binlerce kişilikler…
İçinde olunan duruma göre değişen maskenizle, karşınızdaki maske yüz yüze…
Ses tonundan yüz mimiklerine, vücudunda eşlik ettiği ani değişim rüzgarları…
Seyahatte ayrı, ibadette ayrı,
Evde başka, işte başka…
İşçiysen farklı, memursan farklı…
Bir an için maskeleri çıkardığımızı düşünelim, unutalım dünya tiyatrosunu…
Kendimiz olalım,rahatlayalım…
Aklımızdan geçeni söyleyelim, kurguladığımızı değil…
Kalbimizin tasdiklediğini yapalım,zorlamayla kabul ettiğimizi değil…
Gitmek istediğimizi, görmekten zevk aldığımızı, söylemekten mutlu olduğumuzu…
Övmek zorunda kalmayın, yermek istiyorsanız…
Oturmak zorunda kalmayın, yatmak istiyorsanız…
Söz vermeyin, istemeyerek yapacaksanız…
Öpmeyin,sarılmayın, bunları yaparken içinizden başka şeyler geçiyorsa…
Selam vermeyin zorla, karşılığını aldığınızda yere atacaksanız…
Açsanız, istemiyorum demeyin, ikram ediliyorsa…
Toksanız, zorla yemeğin, sonrasında hazımsızlık çekiyorsanız…
Siz SİZ olun; yaratıldığınız gibi…
Siz maske kullanmayın, kullananlara kızıyorsanız…
Siz siz olun…
Bırakınız maskeleri artistler kullansın,
Size düşen onların OYUNLARINA gülmek olsun…
Onların oyunlarına ağlamak bile maske takmaktır, haberiniz olsun…
Siz siz olun MASKE kullanmayın,
ve karşınızdakininde maskesini çıkarmasına yardımcı olun…
Onun gözleriyle konuşun…
GÖZLERİYLE…
Çünkü gözler maskelenemez…
İyi yıllar.
En başta, korkulandır, yakandır, yok edendir.
Bununla beraber hayatın devamını sağlayan en önemli dünya nimetidir.
Tanımlamaları bu bazda ele alırsak ateşin tarihçesinden başlayarak günümüze kadar ki serüvenini anlatabiliriz. Ama ateşin insan üzerinde ki yansımalarını daha farklıda ele alabiliriz.
İnsan özelinde iki çeşit ateş vardır;
Dışsal ateş, içsel ateş.
Dışta yanan ateş insanı yok ederken, insanın içinde yanan ateş var edicidir.
Dışsal yanan ateş insanı öldürürken, içsel ateş onu olgunlaştırır, pişirir, var olmanın tanımlanabilen en üst mertebesine çıkarır.
Onu aşık eder…
Aşk ateşi vücudu sardığında, teninde hissettiğin ılıklık içten yanan ateşin dışa vuran zerresidir…
Gözündeki ferin parlaklığı ateşin gücüdür…
Yüzündeki gülümseme aşk ateşinin alevidir…
Dilinden dökülen nameler onun nefesidir…
Gerçek aşkı bulan dışsal ateşten korkmaz, maddesel ateş onu yakmaz.
Aşkla yanan kalp ise;
O sıcaklığa dayanan vücut artık ölümsüzdür…
Bu ateş etrafı saran soğukluğu da ısıtır,
Kavrayan olur kuşatan olur.
Hayata çok boyutlu bakabilen huzur ve mutluluğu üretebilen olur.
Böyle yanan ile dışsal yanan bir olur mu?
Sönmeyen ateşle, ani çıkan, söndürülebilen ateş bir tutulabilir mi?
Biri görünmezken, görünen söndürülebilir…
Gündelik hayatın içinde, iniş çıkışlarımız, hırslarımız, kıskançlıklarımız olabilir. Bir an kanın beynimize hücum ettiğini çevremizi kırıp döktükten sonra anlayabiliriz.
Önce bir sıcaklık gelir, yani ateş basar…
Sonra telafisi zor cümleler dökülür dilimizden veya beynimizden…
İşte bu ateş yakan ateştir sizi, yani maddi ateştir, hem bu dünya hem de ötesi için…
Ocakta yemek pişirdiğimiz, kazanda su ısıttığımız aynı ateştir.
Bu ateşi dünya nimetleriyle geçici olarak söndürebilirsiniz.
Tamamen söndürebilmenin tek yolu ise içte yanan ateştir.
İçsel ateşin doğurduğu sevgiyle kavrananların dışsal ateşleri söner…
Yaşamı, dünyevi ihtiyaçlar ve alışkanlıklar boyutuna indirgeyerek tanımlamak, yaratılanın en şereflisi olan insana hakarettir.
Aslolan bilinmeyenin ateşi ile yanmak, onu bilinir kılmaktır…
Tanımak, tanıtmak ve aşık olunanın yarattıklarına hizmet etmek bizim bu dünyadaki tek görevimizdir…
Diğerleri sadece kendini kandırmak veya şeytana uymaktır…
Anadolu’nun ücra köşelerinden birinde, geçmişten bir günde…
Sabah namazından sonra bütün köy yol kenarına dizilmiş yolun ötesine, ufka doğru bakıyorlardı.
Sessizlik dilde haykırışlar yüreklerde…
Bakışlarda ki sevgi bağırlara basılan yolcuları, sabahın ayazında, sıcacık tutuyordu.
Bütün ahali oradaydı, büyüklü küçüklü.
Matem ile sevinci bir arada yaşamanın çelişkisiyle, kaçamak gözlerle koyunlarına bastırdıkları geleceklerini süzüyorlardı.
Bu nasıl bir inançtı? Kendi elleriyle ölüme göndermek kınalı kuzularını, bilerek isteyerek ve kalbi ağlarken gülerek…
Bir kağnı kervanı görüldü uzaklardan, yavaş ve yorgun…
Toz bulutunun ardından geldi, yol boyunca toplanan gelecekler
Kilometrelerce uzadı sessizlik.
O kervanın yükü umut
O kervanın yükü bir milletin geleceği
O gelecekler ki her biri kınalı kuzu…
Onlar gidecek
Ülke geri gelecek…
Hani o elden giden, hani o her köşesi işgal edilen…
Onlar destan yazmaya gidiyorlar
Onlar kurban olmaya gidiyorlar
Onlar bu dünyanın en güzel kurbanlarıydı bir daha görülemeyecek…
Onlar daha ana kucağına, baba şevkatine, köyünün dağlarına,tarlalarına, yeşiline, ağacına doyamamış,
Henüz çocukluktan yetişkinliğe geçememiş,
Kayıp nesillerdi…
Hangi anne çocuğunu ölüme böyle metanetle gönderebilir?
Hangi anne elinde kalan tek çocuğunu kınalayıp o kervana katabilir?
O anneler ki, 250.000 vatan evladının kanıyla sulanmış bu toprakların gerçek sahipleridir…
O anneler ki geri dönemeyen kuzularının resimlerine bile bakamadılar…
O kuzuların mintanıydı acılarını azda olsa dindiren, o kokulardı onları biraz olsun teskin eden…
Onlar, gittiler…
Bir daha da dönmediler…
Bir asır sonra,bu topraklar hala onları konuşuyor, kıyamete kadar sürecek destanı.
Herkes oraları görmeli, ama daha önemlisi, o ruhu her evde yaşatmalı, o dirilişin başlangıcı olan kutsal destanı unutmamalı…
O ruh her işinizde sizinle olmalı, her an her dakika rehberiniz olmalı.
Yapılan her iş kutsaldır ve o masumların kanları ile sulanmış topraklar içindir.
Vatanı sevmek geçmişe saygı ifadesidir.
O sevgi ki yaptığınız işe yansımalı,
Yolu süpürende, yolu yapanda,
Devleti yönetende, tarlada harman yapanda,
Hamur karanda, fabrikada somun sıkanda,
Ve hatta sokakta aylak aylak gezende,
Herkes bila istisna o ruh ile işini en iyi şekilde yapmalı.
Yapmalı ki onlara, o kınalı kuzulara layık olalım.
Yoksa gün gelecek bu topraklar bizi kabul etmeyecek bilesiniz…
Yalan dilden değil kalpten gelendir.
Öyle bir alışkanlıktır ki, içten çıkan sesi bastıran, gerçeği örten yine aynı sestir.
Yıllar geçse de, o ses bastırılsa da, yada dille söylenmese de, içten dillenir.
Geçtikçe günler, katlanır ve çoğalır.
Yalan kime söylenir?
Dünya çıkarları için çevreye mi, yoksa kendine mi?
Yalanı dinleyen ona göre hareket eder belki, ama yalanı söyleyen gerçeği bilen olarak, önce kendine söyler.
Önce kendini inandırmaya çalışır ve büyütür yalanlarını, hayatı tümüyle yalan olana kadar…
Ben bu süreci tırtılların hayatına benzetirim.
Tırtılların dut yapraklarını yiyerek büyümesini ve çirkinleşmesini hiç izlediniz mi? O kadar büyük bir heves ve mutlulukla parlak, yeşil ve bol damarlı dut yapraklarını kemirirken irileşir, irileştikçe çirkinleşir, çirkinleştikçe hantallaşırlar. Bir gün gelir, yemeği keser ve kendince bir arayışa girerler. Çatallı bir dal parçası buldular mı, kozasını örmek amacıyla içini dökmeye başlarlar.
Döktükçe küçülür, küçüldükçe kozanın içinde görünmez olurlar. O bembeyaz ipeksi sıvı dut yapraklarının yeşilidir aslında.
Ve sonu gelince örgünün, küçük sessizliği büyük sessizlik örter…
Beklenen an gelince çıkar ördüğü kozasından kelebekçik pürneşe…
Acaba insanda hayatı boyunca yalanlarla kendi kozasını örüyor olabilir mi?
Acaba yalanlarla örünmüş kozalarının içinden çıkmaya çalışan insanlar varmıdır?
Yalanlar bizim kendi kendimizi hapsettiğimiz kozalarımız olabilir mi?
Tırtılların saldırdığı yemyeşil taptaze dut yaprakları, bizim dünya çıkarlarımız olabilir mi? Yedikçe istenen, istendikçe önümüze konulan, mutluluk verici sandığımız bu çıkarlar nefsimizin büyük imtihanı olabilir mi?
Düşünün bunları, özellikle gençler…
Siz kozanızı yanlışlarla, yalanlarla örenlerden olmayın.
Kozanın dıştan pürüpak görünümü, içinde ki karanlığı aydınlatamaz…
İçine kapandığınız karanlıktan çıkmak arzusu ise sizi aydınlığa taşıyamaz…
Siz kozanızı doğruluk üzerine inşa edin…
Varsın daha küçük olsun, varsın rengi dıştan beyaz olmasın, yeter ki kozanızın içini aydınlatan doğruluğun özü olsun…
Unutmayın ki kozasından pürneşe çıkan kelebekçikler iki yöne doğru uçarlar;
Ya IŞIĞA doğru,
Yada ATEŞE doğru…
Gün doğmadan gelen davete hazır olmak için sıcacık yataktan çıkmak, hayatın her iki boyutunu da ciddiye almaktır aslında.
Geleceğe değil yalnızca, bugüne de saygının ve kendine verilen önemin göstergesidir.
Yaradana birebir kavuşana kadar, bu dünyadaki her sabahın ilk tekmilidir…
Sabahın soğuğundan daha keskin su ile temizlenmek, damlayan suları kurularken kendine gelmek,
ve beklemek cam kenarında,
sokak lambasının ışığında sessizce…
Beklerken düşünmek, geçmiş günün muhasebesini yapmak,
Bazen daralarak bazen gülümseyerek…
İlk önce mekanik bir ses, sonrası kapılıp gittiğim Selahattin hocanın kadifeden yumuşak sesi.
Her cümleyi tekrarlar iken, düşündüğüm tasdikten öte ezilmek.
Sonunu beklerken çıkmak için aciz Miracıma, acaba ben buna layıkmıyım sorusu yine beynimi kemiriyor…
Evet, ben bu buluşmanın farkındamıyım yoksa beni yönlendiren bilinmezin korkusu mu?
“BİLİNMEZ” bilinmeyenden öte,
Bilemediğim beynimin damarlarında akan kan aslında,
Aktığını bildiğim zaman aslında,
Geldiğim vatan, unuttuğum geçmişim aslında,
Hala hayal meyal hatırladığımı zannettiğim doğum öncesi verdiğim söz aslında,
Ait olduğum Uluların Ulusunun Işığı aslında…
Toparlanıp, huzura çıkmanın telaşı ile, yönelmek milyonlarla aynı noktaya, sessizliğin içinde..
Tek ses kendi sesim, içimden gelen,
Tek Varlık önünde eğildiğim, varlığına secde ettiğim…
Kalkmak istemiyorum vardığım noktadan,
Sığındığım Varlık tek limanım her iki cihanda.
Huzura kabul edilmediğimi düşündüğüm, göz yaşı dökülmeden biten her secde ile, eksikliğimden kaynaklanan utancım katlanmakta…
Gün doğuşunu beklemek…
Yükselirken sarı çizgiler, iki dağın arasından, süpürüyor siyahlığını gecenin…
Aydınlık baskınlığını arttırırken, kuşlar günaydın uçuşuna başladı bile.
Gecenin huzurunun yerini alan, yükselen gün, hayırlar getirsin duam ile,
Kalan günlerimin ilki başlıyor…
Gençlikte kurulan hayallere kavuşmak zordur, meşakkatlidir ama imkansız değildir. Eğer hayallerinize paralel ana- baba, eğitim, iş, aş ve arkadaş edindiyseniz gerçekleşecek olan düşleriniz sizi daha büyüklerine sürükler. Tam tersi ise sizi hayal kırıklığına, mevcut hayata mahkumiyete, yasak yollara sapmaya yada yapamadıklarınızı çocuklarınızın yapmasını isteme gibi olağan ama olmaması gereken bir yola götürür.
Çocukluğunuzu düşünün,
Herkesin yapmak istediği bir iş, evlenmek istediği bir çocukluk aşkı vardı.
Ne kadar mutluyduk oynarken ne kadar özgürdük hayaller kurarken.
Sonra duvarlar örülmeye başlandı.Önce ana babamız, öğretmenlerimiz sonra yakın çevremiz ve daha sonrada toplumun her kesimi duvarlara tuğla taşıdılar.Sonuçta örülen duvarların arasındaki yollardan geçtik ve hayallerimizle hiç örtüşmeyen bir çıkışla karşılaştık.
Artık yapacak bir şey kalmadı anlayışı ile hayata akıverdik, mutsuz ve yalnız…
Bir işim olursa her şey değişir, mühendislik okudum ama ne iş olsa razıyım dedik ve bir kırılma daha yaşadık hayal ağacımızdan…
Evlenmek, severek veya görerek, eğer aynı düzlemde değilse bir kat fazla hayal kırıklığı ile yaşam devam etti…
Çocuklar neşemizdir dedik, yeniden başlangıç kabul ettik, onlar büyüdükçe aynı tuğlaları biz onların önüne koyduk,koyduk…
Görmüyormusunuz;
Piyano çalmayı resital verecek kadar seven ve beceren mutsuz operatör doktorlarımız var,
Yada tiyatroda bir Müşvik Kenter olacak kadar yetenekli mühendislerimiz var,
Kumla çamurla oynarken mimar olacağım diyen ama şimdi atama bekleyen yüzü gülmeyen öğretmenlerimiz var,
Bugün mesleğini çok severek yapacakken kahvehane işleten ressamlarımız var.
Çocuklarımızın önüne duvarlar örmeyelim.Sınırsız hayaller örülen duvarlarla kısıtlanır, kısıtlandıkça daralır, daraldıkça kendi olmaktan çıkar.Sonra hepsi birbirine benzeyen eğitimli mutsuz çocuklar ordumuz olur.
Mutsuz ana babalar, mutsuz eğitmen, mutsuz idareciler gülücükleri gittikçe azalan çocuklar demektir.Buna hakkımız yok.
Artık yeter,
Son yıllarda yaşlıların “bizden geçti” anlayışının artık gençlerde de yaygınlaşması oldukça şaşırtıcı bir şekilde dikkatimi çekiyor.
Değişmek için çok geç lafı tembelliği ve kabullenmeyi gösterir. Ne kadar ömrümüz var bilemeyiz, 50 yaşında çok geç olduğunu düşünen biri için eğer önünde daha 30 yılı varsa, geç kalmışlıktan değil, değiştiremediklerini kabullenmesinden bahsedebiliriz.
Kabullenme mutsuzluğu, mutsuzlukta hastalığı davet eder. Savaşçı bir insan için kabullenme söz konusu olamaz.
Sonuna kadar mücadele sonuna kadar çaba, bu ise mutluluk ifadesidir.Çünkü mücadele yaşamın kaynağıdır, güç veren bir uğraştır.Bunun sonucu bedensel ve ruhsal şifadır.
Mutsuz nesiller olmak kaderimiz değil kabulümüzdür.
Öyleyse bırakın kaç yaşında olduğunuzu, hayallerinizin üzerindeki örtüleri kaldırın ve yıkın duvarlarınızı,
Bunun için savaşın!..
Çocuklarınıza örnek olacak en önemli gösterge budur.
1980’lerde Ankara Cebeci’de, TED kolejinin yakınlarında bir hastane vardı. Ağır trafik yükünün olduğu kavşağa cepheli hastane binası, yolun bir ötesinde ki Cebeci parkının yeşilliğine hakim konumu ile, iç açıcı manzarasını batı tarafındaki kolej öğrencilerinin hayat dolu sesleri ile zenginleştiriyordu.
Esat’dan GMK bulvarına uzanan günlük yürüyüş güzergahımın başlangıç noktasından Cebeciye, mahalle aralarından hızlı tempo yürüyüşüm, merdivenli dik yokuştan mehmet’in gazete büfesinde sona ererdi. Kısa bir sohbet sonrası Cebeciden Kızılay’a ikinci etap başlardı.
Bu süreç hastane önünden geçerek Kızılay’daki Flamingo pastanesinde molaya dönüşür, poğaça ve çay eşliğinde okunan gazeteler ile soluklanırken, arkamda akan trafiğin yoğunluğu gittikçe artardı.
Son etap, Kızılay Güvenpark üstünden YKM’nin vitrinlerine kaçamak atılan bakışlarla Turizm Bakanlığı’nın yanındaki Maltepe cami önünde sona ererdi.
Özellikle Ankara’nın bahar mevsiminde insana verdiği enerji ile aylarca mutlu bir şekilde devam eden yürüyüş isteğimi tetikleyen, yine bir gün hastane önünden geçerken gördüğüm bir yüzdü.
Hastane binasının üçüncü katında, orta odalardan birinden bakan bir yüz, beyaz yazmalı, eli çenesine dayalı, etrafı izleyen, uzaklara bakan, yılların yorduğu bir yüz. İlk başta gördüğüm ama çokta önemsemediğim bu yüz ile hastanenin isminin yazılı olduğu tabela, aynı çerçevede o insanın alın yazısı gibi duruyordu.
Günler boyu o yoldan geçtim. Beyaz yazmalı o yüz artık iyice dikkatimi çekmişti.
Öyle bir bakıyordu ki ufka,
sanki geçmiş ile muhasebe yapar gibi…
Sanki geride bıraktıklarını özler gibi…
Sanki bir an evvel etraftaki kalabalığa karışmak ister gibi…
Yada,
Defterini kapatmış, uzun ve sonsuz bir yolculuğa başlar gibi…
Kavuşmak için ulu sevgiliye, gün sayar gibi…
Bir an önce ait olduğu başlangıca, kavuşmak ister gibi…
Bu iki zıt çıkarımlar beynimi meşgul ederken, beyaz yazmalı yaşlı yüzün artık hayatımın geçici parçası olduğunu hissetmeye başladım.
Günler geçiyor, benim yürüyüş maratonum hastane önünde, görmeden yapamadığım, tanımadığım bir dostun yüzü ile molalanıyor ve sonra normal akışına kavuşuyordu.
Gitgellerim artık dayanılmaz bir hal almıştı. Bir akşam üstü pencere önü yoklamamı yaptıktan sonra ertesi gün o yüzü ziyaret etmeye karar verdim.
Sabah heyecanla hastaneye doğru yöneldim ama benim dost yüzüm pencerede yoktu.
Cesaret edip içeri giremedim.
O akşamda yoktu.Belki ertesi gün bulurum umudum boşa çıkacak, bu hayal kırıklığı devam edecekti…
Beyaz yazmalı dostum yaşlı yüz artık pencerede değildi.
Acaba neye karar vermişti?
Sonsuzluğa sorunsuzca karışmaya mı yoksa umudun daha tükenmediğini beynine nakşederek, o neşeyle akan gençlerin yoğunlaştığı kalabalığa karışmayı mı?
Ben bunu öğrenemedim.
Hala Ankara’ya gittiğimde o hastanenim üçüncü katına bakarım, o yüzü arayan gözlerle…
Bayram üstü, mahallenizdeki, hastanelerdeki, huzurevlerindeki veya sokaklardaki ufka bakan yüzleri arayın, bulun.Onların kararlarını vermelerinde yardımcı olun, onlara umut aşılayın, onların ışığı olun.
Olunki hayata daha sıkı tutunsunlar,
Olunki yalnızlıktan kurtulsunlar…
Yoksa benim gibi cevaplarına katkı sağlama konusunda, yıllar geçse bile pişmanlık duyarsınız…
İYİ BAYRAMLAR.
Siz hiç Sivritepe’ den şehre baktınız mı?
Kentin kuzeydeki son uzantısı Korucuktan güneydeki son uzantısı olan 1.organizeye ,saatlerce göz ve gönül gezdirdiniz mi? Yada doğuda ki sis perdesinin altından görülen kent silüyetini batının son noktası Serdivan’a kadar uzatarak hayaller kurdunuz mu?
Şehri çevreleyen tepe ve dağların salınımlarının, Adapazarı ovasına doğru hızlı inişlerini ve aynı hızla karşı tepelere tırmanışlarını gözlerinizle kalbinize çizdiniz mi?
Buna benzer gözlemleri, karşı cinse karşı duyduğunuz büyülenme hisleri gibi, Kalbiniz hızla çarparken,kelime yerine hayali çizgi kullanarak beyninize kazıdınız mı?
Bir sevda masalıdır şehre duyulan hisler;
Kırantepe’de, kekik kokuları arasında basmaya kıyamadığınız toprağı hamur edip şekillendirmektir…
Helva almak için Uzunçarşı’daki Gülseven’e koşar adım yürümektir…
Yada Mazlum’a uğrayıp Tarık abiden çikolata tatmak için Bulvarı soluklanmaktır…
Gelin bir akşam üstü Saltukoğulları’nın oradan ufka bakın;
Güneşin göle batışını seyrederken, renklerin birbirine geçişindeki ahengi içinize çekin…
Kırmızının baskınlığını hayranlıkla izlerken, suyun mavisinde beliren sarı ile turuncunun gökyüzünden yansıyan bulutların griliğini yavaş yavaş nasıl örttüğünü sakın kaçırmayın…
Ağaç yapraklarının siyahında gizli, yeşilin tarifsiz rengi.
Sapanca gölüne bakmak hava kararırken;
Örterken karanlık tüm renkleri hızlı hızlı boyanıyor sanki gökyüzü.Bir fırça darbesi ile kızıllık koyu kahveye dönerken, renkli çizgiler gücünü kaybediyor.
Kuş seslerindeki azalmayı çocuk sesleri dengeliyor.Çocuklar şakırken göl kenarında, hafif bir rüzgar eşliğinde göl kıyı ile dansa başlıyor.
Ve beyaz köpüklerin yıkadığı kıyıda sessizlik hakim hale geliyor…
Çayınızı yudumlayın vaktimiz var,
Güneşin yedi rengi henüz battı Sapanca’ya, kuzey kıyılarının sessizliği güneyin ışıklarına yeni karıştı…
Şimdi soluklanın ve kurtulun İstanbul’un büyüsünden,
Sizi sarmaya hazır şehrin dörtbir tarafındaki güzellikler.
İstanbul, Avrupalı bir güzel olabilir ama Sakarya, Anadolu’nun bakir topraklarının el değmemiş güzelliğini günümüze taşımış sevgili…
Aşksa,
Sakarya dünya kentlerinin kötü giyinmiş, mavi gözlü, güzel yüzlü, temizlik abidesi örneği.
Sevgiyse,
Sakarya vatanın özü.
Saygıysa,
Sakarya kanla yıkanmış toprağına, alnınızı secdeye rahatça koyabileceğiniz şeref abidesi.
İstanbul’un makyajına aldanmayın,kalbinizde ki sevgiyi ait olana verin.
İstanbul sizi büyüler,İstanbul sizi çeker ama unutmayın zengin kızın peşinde koşan masum delikanlılar geri döndüğünde, çocukluk aşklarını onları beklerken bulamaz…
İnsanlığın gelişimi sorularla başladı.
Neden,Niçin,Nasıl…
Her soru bir tuğla,her cevap bir harç…
Üst üste konulan her taş ile oluştu insanlık mirası medeniyetler…
Sorulan sorular ne kadar çeşitli , verilen cevaplar ne kadar genişse o kadar büyüdü insanlık…
Sonu yoktu kafadaki soruların,olmaması da gerekirdi zaten, eğer amaç daha ileriye gitmekse,
Sonu yoktu bu yolculuğun, olmaması da lazımdı, son nefese kadar, beyindeki son hücrenin ölümüne kadar, sürmeliydi bu sınav,
İnsanın göreviydi sorgulamak, çünkü ulaşmasının tek yoluydu Yaradan’a bu dünyada, soru sormak…
Medeniyetler dünyasının en önemli halkasının temsilcisi olan bizler, soruları basitleştirdiğimizin ve çeşitlendirmemiz gerekirken tekdüzeleştirdiğimizin farkındamıyız ?
Ait olduğumuz güçlü medeniyeti oluşturan soruları unuttuğumuzun bilincindemiyiz…
Temel sorular olan “neden,nasıl niçin”, Ne zaman,Kim, Ne söyledi gibi basit ve ilerlemeyi değil yerinde saymanında gerisini hedefleyen düşkünlükte bir boyuta indirgendi.
Bu sürece geçiş anlı şanlı imparatorluğumuz duraklama devri denilen zamanlarına denk gelmektedir. Çöküş dönemi ve sonrasındaki aynı niteliği koruma gayreti bugüne kadar hız kesmeden devam etmektedir.
Yaşam soru ile başlayıp soruyla sona ererken, yaşadığımız hayatı da ancak verilen cevaplarla güzelleştirebiliriz.
Şimdi sorarım sizlere;
Gündüz işyerlerinde, öğlen arası yemek yediğimiz lokantalarda,molalarda çay içtiğimiz kafe veya kahvehanelerde yada yolda sohbet ederken ;
Konuştuğumuz . günlük hayatın devamını sağlayan ilk bir iki cümle dışında, yanımızdakilerle paylaştığımız,vakit ayırdığımız konular nelerdir?
Herhangi bir kişinin herhangi başka bir kişi hakkında söylediği veya söylemediği, gerçek dışı, hayal ürününün de ötesindeki yalanlar veya iftiralar olabilir mi?
Yada şehrin ileri gelen esnaf veya sanayicilerinin sahip oldukları mal varlığının milattan önce bilmem kaçıncı yüzyılda yaptıkları gayrimeşru işlerin ürünü olduğu hakkındaki hikayeler olabilir mi?
Yada şehrin başarılı olmuş kişilerinin geçmişte nasıl yeteneksiz,nasıl sıradan ve değersiz oldukları hakkında olabilir mi?
Bu ve buna benzer sorular ile sonsuz cevap alternatifi senaryolarla geçen zaman HARAMDIR,
Ve inanın harcanan nefese YAZIKTIR…
Ne konuda olduğuna bağlı olarak kimin ne söylediği esasında çok önemli…
Sokağımızdan mahallemize, ilçemizden şehrimize,işyerimizden ait olduğumuz caddedeki esnaf birlikteliğine,
Geneli ilgilendiren her şey için ne düşündüğümüz,var olan sorunların veya sorun olarak gördüklerimiz hakkında somut olarak ne yapabileceğimiz,
Niçin daha fazla düşünüp daha fazla üretemediğimizin yada üretilenlerin neden yapılamadığının sebeplerini,
Açmazlarımızın neler olduğunu , elbirliği ile nasıl çözebileceğimizi konuşmalıyız…
“BAŞ BAŞA BAŞ HAKKA BAĞLIDIR” düsturu ile şekillendirilmesi gereken kişisel ve toplumsal hayatımızı, gündelik dedikodularla dar bir çerçeveye mahkum edip olumsuz bir yaşam alanına dönüştürmeyelim.
Kişileri ve onların eksik ve fazlalarını konuşarak ancak zaman kaybederiz.Kaybettiğimiz de bir tek bizim zamanımız olmaz,biz geleceğimizin günlerini tüketirken birileri geleceğin güzelliklerini bugünden yaşar.
Bazen dolaşırken yollarda yada dağlarda bastığım şeyin ne olduğunu düşünürüm. Acaba ezdiğim şu toprak, sesini duyduğum şu taş basamak veya dokunduğum kapı kolu geçmişten bu güne uzanan bir insana ait olabilir mi? Toprak olmuş bir canlının bugüne yansıması olabilir mi ses çıkaran kaldırımlar? Yada dokunduğum bir çiçek geçmişten gelen esintinin kokusunu yayıyor olabilir mi? Kıyıya vuran dalgaların taşıdığı taşlardan biri asırlar öncesinden geri dönüyor olamaz mı?
Geçmişle paylaştığımız bu şehir geleceğe yol alan bir gemi, geleceği hayal eden bizler geçmişin üzerinde yaşayan varlıklarız aslında.
Oysa ki; bizden öncesi yok bizden sonrası tufan anlayışı yaşam biçimi halini alsa da, beynimizin bir noktası, duyu organlarımızın da yardımıyla, fısıldıyor bizlere geçmişle geleceğin aynı şey olduğunu…
Aynı şey aslında yapılan binalar,kurgulanan şehirler…
Aynı malzeme aslında kullanılanlar,geçmişten gelen atalarımızın bedeni kardığımız harçlar…
Aynı insan aslında duvar örenler dünde bugünde…
AĞA CAMİİ’ni inşa eden usta, ekmek parası peşinde koşan 21.yy ustasından, farklı düşünmedi taş taş üstüne koyarken…
O da akşam evine ekmek götürme telaşındaydı, bilmiyordu ki gelecek yüzyılların birinde parmakla gösterilecekti yaptığı yapı…
Belki de o ustanın bir parçası ÇARK caddesindeki alelade işhanı…
Belki de o ustanın göz nuru kişiliksiz kamu yapılarından biri olan belediye binası…
O zaman eksik olan ne? Yanlış yaptığımız ne?
Genetik geçiş olsaydı mimaride, aktarılsaydı bellek bugünlere, böylemi yapılırdı günümüzün eserleri olan camiler,evler, şehirler…
Nedeni ne olsa gerek diye düşündüğümüzde ; ŞEHİRLER devletlerin gücünün yansımasıdır aynı zamanda…
Osmanlının,Selçuklunun gücünü yansıtır,bugün hayranlıkla baktığımız mekanlar…
O gücün yansımasıdır KOCA SİNANLAR…
Geçmişin mirası derken binalar değildir kastedilen, aktarılan gelenek ve görenekler değildir yalnızca .
Toprakla, taşla, kokuyla, tatla aktarılan geçmişin gücüdür aslında…
Yaşadığımız topraklar ile bağlantımız olan coğrafyanın unutturulan gücü hala bastırılmaya çalışılsa da sızıyor artık açan her çiçekten, güneşin ısıttığı dağlardan, kabaran denizin dalgalarından…
İşliyor içimize yavaş yavaş…
Ve ben bekliyorum bu gücün yansımasını yaşadığım kente, GEÇMİŞE ve GELECEĞE…
Toplumsal değerlerdeki dönüşümün kentsel mekanlara yansımasının en güçlü göründüğü yerlerdir mahallelerimiz.
Hatırlayın eski mahallelerimizi,
Semercilerin, Pabuçcular’ın, Yenicami’nin,Tığcılar’ın eski hallerini…
İsimlerinin dışında bir büyük aile yapısını andıran mahallelerde;
Tok açın halinden anlardı,
Mahallenin bir bileni bir uzlaştırıcısı vardı,
Çocuklar mahallenin çocuklarıydı,hangi kapı açıksa oradan alınırdı yağlı ekmekler,
Birlikte açılırdı bayram tatlılarının yufkaları,
Beraber kaynardı salça kazanları,
Hatta bıçkın delikanlıları korurdu mahallenin namusunu,
Özcan abimiz Seyhan teyzemiz vardı..
Ve bakkal Muharrem , fırıncı Mahmut amcamız…
Mahallenin yetimlerini tanıması gerekenler tanır ve el altından giydirirdi.
Bakıma muhtaç ve dulların evlerinin kapıları mutlaka açılırdı…
Bebeler bütün mahallenin gözetiminde büyütülürdü,bilen bilmeyene öğretirken Zengin fakirle paylaşırdı.Mahallenin yaşlısı mahallenin gençleri vardı ailenin değil…
Ez cümle mahalle bir bütündü.Binalar mahalleleri mahalleler şehirleri oluştururken topluca bir düzen,bir resim ortaya konulurdu,tarifi mümkün olmayan renklerle…
Önce hangisini kaybettik acaba?
Gelişme adına kaybettiğimiz çok şeylerden biridir mahalle kavramı ve dayanışması.Nice göçler,zorunluluklar ve dahi geleceğe omuz silkişler,yeni yaşam tarzları,bu saat gibi işleyen mutlu düzeni yıktı gitti.Aynı mekanda yaşarken bizi birbirimizden koparıp savurdu…
Oturduğumuz evler…
Acımasız vahşi rant ögeleri devreye girince gidiverdi o güzelim ata yadigarı sığınaklarımız.
Ya bugün aynı binada altlı üstlü oturanlar; birbirini tanımıyor demeyeceğim,ama şunu çok açık bir
şekilde haykıracağım ki, insan üzüntüsünden delirse derdini soran bulunmaz, şehrin kalabalıkları içinde yapayalnız kalakalır diyeceğim…
Şimdi herkesin geçmişten aklının bir köşesinde kalmış mahalle anıları canlandı muhakkak.Yüzünüzde beliren tebessümü yok etmek istemezdim ama o mahallelerde yaşayan bizler mutluluğu kendi ellerimizle rant canavarına teslim etmedik mi?
Mahalle bakkalı Muharrem amcanın dükkanından aldığımız kremalı bisküvilerin tadı damağınızda belirmişken soracağım sizlere ve tabi kendime,o bakkal dükkanı kapanırken umursamayan bizler değil miydik?
Hani gençlik yıllarımızda, ailemize isyan bayrağını açtığımız günlerde bizleri adam yerine koyup bir köşede dinleyen ve doğruları bulmamıza yardımcı olan ağabeylerimizin bilgeliğinden edindiklerimizi bugünün mahalle dediğimiz kent parçacıklarında yaşayan gençlerimizden kıskanan bizler değil miyiz?
Dünün fakiri bugünün zengini olan bizler eski mahallemizdeki zenginlerden gördüğümüz yardımseverlik duygusunu neden çevremize aktarma telaşı içersinde değiliz?
Mahalle bilincini özümsemiş bireyler olarak o kadar mı kapıldık, rızıktan şüphe ederek, gelecek kaygısına ki, kendi içimize döndük…
Mahallemizde dün ablalarımızın yetiştirdiği bugünün annesi kızlarımız öğrendiklerini çocuklarına aktarırken diğer kızlarımızı neden atlarlar ki?
Dünün mahalle ateşinin yerini bugün ne aldı?
Devlet meselesi olunca mangalda kül bırakmayan,ülkemizin ekonomik sıkıntılarını üç cümle ile çözebilen,81 vilayeti ayak üstü kalkındırabilen bizler vatan hizmeti denilince dev projeler üretiriz.Esasında bunların hepsi boş,hepsi vakit kaybı…
Tek gerçek ;
Bizler geçmişteki,hala belleğimizde yer alan,mahalle dayanışmasını tekrar tesis etme konusunda bu topluma karşı sorumlu olan SON NESİLLERİZ…
EVET,
Gelecek kuşaklara karşı sorumluluklarımız var
Binlerce yılda üretilmiş kültür mirasının tüm verilerini çocuklarımıza yaşayarak aktarma sorumluluğudur bu…
Aksi takdirde;
Eğitimimiz boyutsuz
Tarihimiz derinliksiz
Kentlerimizde KİMLİKSİZ olacaktır…
Adapazarı’na yeni plan
SAKARYA – Adapazarı’nın, 19 Haziran Pazartesi günü (bugün) askıya çıkacak yeni imar planında, konut ve ticaret alanlarının birbirinden ayrılması, yeşil alanların artırılması ve bitişik nizamda yapılara izin verilmemesi öngörülüyor.
Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Şehir Plancısı Fikret Bayhan, yaptığı açıklamada, zemin etütleri doğrultusunda hazırlanan imar planında, kentin büyük bölümünün ticaret merkezi olarak belirlendiğini söyledi. Bayhan, yeni imar palanına göre, deprem öncesinde konutların yoğun olduğu Karaağaç Bulvarı, Sedat Kirtetepe Caddesi, Yenicamii Bulvarı, Ankara Caddesi, Sakarya Caddesi’nin ticaret alanı, Tığcılar Mahallesi’nin Atatürk Bulvarı, Yenicami Sokağı, Kavaklar Caddesi ve Kol Sokak’ın arasında kalan dörtgen alanın da ticaret bölgesi olacağını kaydetti.
Konut ve ticaret bölgeleri birbirinden ayrı tutuldu
Çark Caddesi, Atatürk Bulvarı, Ahmet Necdet Güven Caddesi ve Bosna Caddesi arasında kalan dörtgen alanla, Çark Caddesi, Bosna Caddesi, Yamanlar Sokak ve Gonca Sokak’ın oluşturduğu alanın da ticaret bölgesi olarak belirlendiğini kaydeden Bayhan, “Konut ve ticaret bölgeleri birbirinden ayrı tutuldu, bölgeler belirlenen amaç dışında kullanılamayacak.” dedi. Yıkılması planlanan Valilik binası ile Adapazarı Ticaret ve Sanayi Odası’nın yıkılan binasının bulunduğu alan ve çevresinin yeşil alan olarak belirlendiğini anlatan Bayhan, şöyle konuştu: “Ayrıca, Çevre Yolu’nun kuzeyinde bulunan geniş bir alan, yıkılan Plaza İş Merkezi’nin bulunduğu bölge, Tepekum Mahallesi’nin Sakarya Nehri kenarında bulunan ve gezi yolu olarak düşünülen bölge, Türkiye Zirai Donatım AŞ’nin Donatım semtindeki arsaları, yıkılan kamu lojmanlarının bulunduğu alan, Müftülük ile birinci demiryolu geçidine kadar olan bölüm ve Gazeller Mahallesi’nde enkazların toplandığı alan tamamıyla yeşil alan olarak belirlendi.
15.02.2002 .
ADAPAZARI (İHA) – Adapazarı Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan incelemeler sonucunda, Adapazarı’nda bulunan 22 bin binadan 11 bininin hasarlı olduğu belirlendi. 17 Ağustos depreminden sonra Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yapılan hasar tespit çalışmalarında 18 bin dairenin orta hasarlı olduğu tespit edildi. Depremin üzerinden 30 ay geçmesine rağmen orta hasarlı dairelerden sadece 600 tanesi onarıldı.
Adapazarı’nda bulunan orta hasarlı bina sahiplerinin hak sahibi yapılması gerektiğini ifade eden Adapazarı Büyükşehir Belediyesi İmar İşleri Daire Başkanı Fikret Bayhan, “17 Ağustos depreminden sonra Adapazarı’nda yapılan hasar tespit çalışmaları gerçeği yansıtmıyor. Bütün Adapazarı, imara uygun olarak 2 kata indirilmeli. Büyük bir deprem yaşayan binaların tekrar elden geçirilmesi lazım. Muhtemel İstanbul depreminde bu binalar büyük bir tehlike arz ediyorlar. Biz tüm bunları rapor olarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na bildirdik” dedi.
22 bin bina kontrolde
Adapazarı’nda bulunan 22 bin 400 binayı kontrol ettiklerini belirten Fikret Bayhan, “17 Ağustos depreminden sonra Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ekiplerinin binalarda yaptığı hasar tespit çalışmalarından sonra biz de belediye olarak kontroller yaptık. Mühendis ve mimarlardan oluşan ekiplerle Adapazarı’nda bulunan 22 bin 400 binayı tek tek kontrol ettik. Tüm binaların bilgileri ve fotoğrafları elimizde mevcut. Türkiye’de hiçbir belediye böyle geniş kapsamlı bir bilgiye sahip değil. Yaptığımız kontroller sonucu 11 bin binanın hasarlı olduğunu belirledik” şeklinde konuştu. Adapazarı Büyükşehir Belediyesi İmar İşleri Daire Başkanı Fikret Bayhan, orta hasarlı binalara en kısa zamanda bir çözüm bulunması gerektiğini ve deprem sonrasında toplam 600 bina yapımına ruhsat verdiklerini söyledi.
Tarihimizde ilk
Belediye tarafından kamulaştırılan Korucuk’ta 10 bin konut yapılmasını planladıklarını belirten Fikret Bayhan, “Kamulaştırılan arazileri konut yapımı için kooperatiflere vereceğiz. Bizim kontrolümüzde bu bölgede 10 bin konut yükselecek. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Karaman ve Camili bölgesinde 10 bin konut yapıyor. Toplam 20-30 bin konut olacak. Bu, bölgede 150-200 bin insanın yaşaması demektir. Bununla birlikte Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir şehrin deprem sonrası yeri değişecek” dedi.
Fikret Bayhan Ulusal Gazete Demeci 15/02/2002